23 Mayıs 2016 Pazartesi

Dağdaki Efes; Şirince

Selçuk’a sekiz kilometre uzaklıkta, dağların eteklerinde kurulu küçücük bir köy Şirince. Küçüklüğüne tezat oluştururcasına ünlü olan bu köy, özellikle bahar ve yaz aylarında binlerce kişinin uğrak yerleri arasında bulunuyor. Turistlerin kilometrelerce yol kat edip buraya gelmelerinin iki sebebi var; köyün mimari yapısı ve şarapları. Şirince, tarihi, mimarisi ve doğal güzelliklerinin yanı sıra “içinde şarap üretilen tek Türk köyü” olması nedeniyle son derece ilgi çekici. Aslında eski bir Rum köyü olan Şirince, kiliseleriyle geçmişin izlerini yansıtıyor. Köyün içinde iki kilise, geçen yıllara meydan okurcasına varlığını sürdürmeye çalışırken, çevresinde 42 adet kilise ve manastır kalıntısının bulunması köyün ne kadar köklü bir tarihe sahip olduğunu gösteriyor. Zaten bu kalıntılardan dolayı, “Dağdaki Efes” adı da verilmiş Şirince’ye.


Dağların eteğinde, bir çanak içine kurulmuş bu şirin köyün tarihine ilişkin rivayet muhtelif. Bir görüşe göre MS 5. yüzyıla dayanıyor kuruluş tarihi. Köyün dağlık ve savunmaya elverişli olması, düşman tehlikesinden korunmak isteyenlerin bu yöreyi tercih etmelerinde en önemli neden olmuş. Ayrıca, Efes halkının sıtma hastalığından kaçmak için buraya sığındığı; yörenin suyu bol, toprağı bereketli ve havası güzel bir yer olması nedeniyle de çekim merkezi haline geldiği de söylenceler arasında.


Şirinceliler ise köylerinin kuruluşlarını bambaşka bir hikâyeye dayandırır. Onlara göre köyün kuruluşu, Beylikler dönemine rastlar. Efes’te yaşayan beylerin yanında çalışan köylülerden kırk kişilik bir grup azat edilir ve kendilerine bir yer bulup yerleşmeleri istenir. Köylüler bugünkü Şirince’nin kendilerine verilmesini isterler. Beyin “Yerleşeceğiniz yer güzel mi?” diye sorması karşısında, doğruyu söylerlerse bu topraklara sahip olamayacaklarını düşünen köylüler “Çirkince” yanıtını verirler. Bey de “Öyleyse köyünüzün adı Çirkince olsun” der ve azat edilen köylüler tarafından bugünkü Çirkince kurulur. 1930’larda zamanın İzmir Valisi Kazım Dirik Paşa’nın emriyle köyün ismi Şirince’ye çevrilir.


Şirince özellikleri sıralamakla bitmeyen bir köy. Şarabın bu köy için ayrı bir değeri var. Çevresinde bulunan bağlar nedeniyle, 1996 yılına kadar köy halkı evlerinde yaptığı şarabı gelen konuklarına satabilirken, çıkan bir kanunla şarap yapımı fabrikaya devredilse bile, köylüler için şarap, gelir kaynaklarını oluşturan en büyük unsur. Köyün her yerinde bir şarap evine rastlamak mümkün. Sohbet etmeyi seven esnaf ziyaretçilere, küçük bardaklar eşliğinde çeşit çeşit şarap sunar. O kadar çok çeşit var ki, karar vermek zorlaşır. Elma, kayısı, böğürtlen, şeftali, nar ve kavun şarapları bu çeşitliliğin içinde ilk akla gelenler. Mimarisi, tarihi ve doğal güzellikleri, nevi şahsına münhasır halkı ve tabii şaraplarıyla herkesin gidip görmesi gereken bir yeryüzü cenneti Şirince.


Her yerinde tarihin izlerini taşımaktan duyduğu gururu dini, dili, milleti ne olursa olsun tüm dünya vatandaşlarıyla paylaşan Selçuk, binlerce yıldır sessiz sedasız üzerinde taşıdığı mirası geleceğe taşıyor. Siz de bu mirası görmek üzere Selçuk’a gittiğinizde, günümüzün modem dünyasından soyutlandığınızı ve zaman tünelinde bir yolculuk yaptığınızı hissedebilirsiniz. Gözleriniz aracılığıyla beyninize ve yüreğinize yaşattığınız büyük keyfi midenize de yaşatmak istiyorsanız, Selçuk’un o ünlü çöp şişlerinden tatmanızı ve Şirince’de “Şevketi Bostan” yemenizi özellikle tavsiye ederiz. Efes’te, Şirince’de, Meryem Ana Evinde gördüklerinizi gözlerinizin, çöp şişin ve “Şevketi Bostan”m tadını damağınızın unutmayacağına emin olabilirsiniz.


 


 

6 Mayıs 2016 Cuma

Cenang Beach, Langkawi Adaları ve Malezya Turu

Yılın 365 günü güneşin kendisini terk etmediği, tropikal iklimin sıcak rüzgârlarının kumsallarını okşadığı, içine pek çok görkemli efsaneler sığdırdığı, bağrında 10 milyon yaşındaki yağmur ormanları barındıran Langkawi Adası, 99 takım adanın en gözdesi olarak karşımıza çıkıyor.


Andaman Denizi’nde yer alan Malezya’nın Langkawi Adası, ziyaretçilerini ormanlarla kaplı tepeleri, beyaz kumlu romantik kumsalları ve kristal berraklığındaki sularıyla karşılıyor. Sakin ve huzur veren plajları, su sporları, doğal güzellikleri, tekne turları ile, her türlü turistik etkinliğe ev sahipliği yapan Langkawi Adası, nasıl bir tatil yapmak isleniyorsa hepsini birden sunabilen nadir tropikal adalardan birisi.


Langkawi Uluslararası Havaalanına 3 km mesafede bulunan, 2 km uzunluğundaki Cenang Beach (Pantai Cenang), adanın en popüler tatil bölgesi. Bu plaj boyunca birçok otel, hemen paralel caddede de dükkanlar, restoranlar ve barlar sıralanıyor. Çok sayıda lüks veya düşük bütçeli otelleri ve restoranlarıyla her bütçeye uygun tatil fırsatı bulunabiliyor.


Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkaw.


Cenang Plajında, sükûnet içerisinde etrafı kızıla boyayan günbatımını izlemek ise benzersiz bir keyif.


Pregnant Lady Lake (Hamile Kız Gölü), Langkawi


Langkawi Adası’na dair çok efsaneler bulunuyor. Malezya‘nın bu ünlü tatil adası ile ilgili efsanelerin birine göre ada, yaratılan ilk kara parçası olarak kabul ediliyor, yaşamın ilk başladığı yer. Adada yer alan dünya tarihinin en eski ormanları da sanki efsaneyi destekliyormuş gibi görünüyor. Zira bu yaşlı yağmur ormanları 10 milyon yaşında.


Pregnant Lady Lake, Tasik Dayang Bunting olarak bilinir ve Kuah şehrinin güney tarafında yer alıyor. Tepeler arasında yer alan bu muhteşem derin göl Pulau Dayang Bunting tepeleri arasında yer alıyor.


Yerel efsaneye göre, gölün şifalı olduğuna inanılıyor. Bu nedenle Kısır Kadınlar Hamamı anlamına gelen Dayang Sari olarak da adlandırılıyor. Efsaneye göre bir prenses, doğumdan sonra ölen ilk bebeğini bu göle bırakmış ve Tanrı gölü şifalı olarak kutsamış. Ayrıca gölü çevreleyen teperler, aşağıdaki resimde görüldüğü gibi, uzanmış hamile bir kadın olarak göründüğünden efsanenin arkasında bunun olduğu da düşünülüyor.


Langkawi Adaları‘nın, yemyeşil orman ve kayalıklarla çevrili bu en büyük gölüne sabahları kalkan tekne turları düzenleniyor. Gölde yüzmek ise keyifli bir aktivite.


Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkawi veya Berjaya Langkawi Resort tavsiye edilir.


Bir yanardağın ağzında oluşmuş bir göl ile deniz arasında kayalıklar bulunuyor. Deniz seviyesi yükseldiğinde göl ve deniz birleşiyor. Bu tropika cennette, çanta kapmak için etrafta gezen maymunlara dikkat etmek şart.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Türkiye’de Saklı Cennetlerden...

Ülkemizdeki değerleri kadar önemsiyor muyuz acaba? Bu soruyu aslında size değil kendime soruyorum. Böyle bir soruyla aslında bu topraklarda yaşayan biz insanlar hep sorumluyuz. Neden hep bir batıya bir özlem bir tutkunluk var anlamış değilim doğrusu. Daha çok reklamı yapıldığı için mi yoksa Hollywood filmlerinde boy boy o yerlerin yer aldığı için modern ve popüler görüldüğü için mi? Aslında bizim ülkemizin o yerlerden çok daha güzel yerlere sahip olduğunu görmemiz gerekiyor.


Bahar nasıl karşılanır, nasıl uğurlanır yeryüzü toprağının insanı kutsadığı ritüellerle, güzelcelerle… Aklıma ilk gelenler Anadolu’da Hıdrellez, Çin’de Yuan Xiao (fener bayramı), Hindistan’da Holi… Geçmişleri, büyük olasılıkla insanlık tarihi kadar eski olan bu karşılama ve uğurlamaların sonuna, düzenin yarattığı bir başka ritüel daha eklemleniyor Keserek, kurutarak ve geride kalan boşluğa rant alanları inşa ederek kutlama. Öyle ya, “kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.” Gezi Parkı’na yapılmak istenen Topçu Kışlası gibi; Düzce’nin suyu çamurlanan şelalesine, kurutulan gölüne yapılanlar gibi…


Güzeldere Şelalesi’ne, Düzce üzerinden adını aldığı Gölkaya köyünden geçilerek gidiliyor. Bölge, Melen çayı havzasının kendine özgü doğal zenginliği ile göz kamaştırıyor. Şelale, Abant Dağları‘na uzanan Elmacık Dağları’nın tepelerinde ve yine bu köyden geçen Bıçkı Deresi üzerinde, 130 metre yukardan bir tül görüntüsüyle akıtıyor suyunu kayaların üzerine. Şelaleye açılan alan, Batı Karadeniz’in karışık orman dokusu içindeki ağaçların gölgelediği bir alan ve mesire yeri olarak düzenlenmiş. Doğal zenginlik büyüleyici. Buradaki basamaklarla şelaleye iniliyor.


Turizme yeni açıldığı için kalabalık, özellikle hafta sonları. Ben gittiğimde öyleydi. İnsanın sesi, suyun sesine karışıyordu. Üzerine, bu güzelliğin dar bir alanda oluşu, suyun döküldüğü kayaların kolay geçit vermeyişi de eklenince serinliğe, görüntüye, gölgeye doyacak kadar durulamıyor şelalenin yanında. Oysa insan sırtını bir kayın ağacının güvenli gövdesine dayayarak kitap okumak istiyor orada. Saatlerce, günlerce… Ya da bir gürgenin, bir sarıçamın, bir karaçamın, bir ceviz ağacının, bir meşenin, bir akçaağacın…


Bu olamadıysa da, kendimi kısa bir süre için eğreltiotlarının, orman güllerinin, adını bilmediğim endemik otların, çiçeklerin arasında sakladım bir süre. Değdi.


Her saklambacın bir sonu vardı elbet. Güzeldere’ye çıktığımız yoldan aşağı inerken Düzce’ye asıl gelme nedenim olan (Melen Çayı döküldüğü için Melen Gölü de denen) Efteni Gölü’ne yukardan şöyle bir baktım. Bir çay molası süresince Elmacık Dağları’nın arasında bana göl olarak işaret edilen alanda görebileceğim bir küçük su birikintisi aradım. Yoktu. Yaşadığım hayal kırıklığı, aşağı inip gölün yanından geçtiğimiz söylendiğinde daha da arttı. Evlerin arasına sıkışmış bir asfalt yolda ilerliyorduk. Ne fotoğraflarda gördüğüm nilüferler vardı çevrede ne de bahsedilen 150 çeşit kuş türünden herhangi bir iz…


Belki de yanlış yoldaydım.


Ama döndükten sonra birkaç okuma sonunda öğrendiklerimle iyice üzüldüm. 100-150 yıl önce nerdeyse 70 km karelik bir alana yayılan bir gölmüş Efteni. Denilene göre, havzaya dökülen su kaynakları ve kuzey Anadolu fay hattının etkileri olmasa çoktan kururmuş göl. Oysa havzaya dökülen çaylar üzerinde bentler var. Sanırım bunların en önemlisi, artık İstanbul’a suyunu veren Melen çayı. Yani göremediğim halde orada bir yerde hâlâ bir gölden bahsediliyor. Yine de burukluğum geçmiyor.


Bu durumda artık cümlelere, o güzel efsanenin de kulağını çınlatarak “bir zamanlar Efteni Gölü” şeklinde başlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum.


O efsane şöyle Bizans imparatoru sefere çıkar. Yanında kızı Eftelya da vardır, seferde hastalanır. Cildinde yaralar çıkar. Gölün civarında buldukları bir sıcak su kaynağında yaraları iyileşir Eftelya’nın ve bu süreçte gölün karşı kıyısındaki Osmanlı Beyi ile birbirlerine âşık olurlar. Ve bir gün, buluşabilmek için gidip geldikleri kayığın alabora olmasıyla Eftelya gölde boğulur.


Bu sıcak hikâye ile gölün kıyısından, araba ile yaklaşık 20 dakika sonra Samandere Şelalesi’ne ulaşılıyorum. Yol üzerinde İstanbul’a suyunu veren Melen kenarına kurulmuş HES ile de karşılaşıyorum. Dağların tepelerine doğru, uzaklarda bir yerlerde yol inşaatı da görünüyor. Bu inşaat, Abant Tabiat Parkı ile Mudurnu arasındaki yolu genişletmek için. Her yer toz duman. Bütün bunlar, Samandere Şelalesi’nden akan suların neden eski fotoğraflardaki kadar berrak değil de bulanık olduğunu da açıklıyor.


Samandere Şelalesi, tabiat anıtı olarak tescillenmiş. Bunu hak edecek bir görkemi, güzelliği var. Asıl şelale ardından iki küçük şelale ve Cadı Kazanı adı verilmiş muhteşem bölüm, korkuluklarla çevrilmiş bir platform üzerinde basamaklarla inilip çıkılarak gezilebiliyor. Suyun aktığı vadinin tepeleri, etekleri, her yeri ağaçlarla çevrili. Güneş, dalların ve yaprakların arasından süzülüp sızdığı yerleri neşelendiriyor. Su çağlıyor, doğa direniyor. Ben de bu görüntüyle az da olsa rahatlıyorum. O kadar ki, bugüne kadar yeryüzünde yapılmış bütün bahar kutlamalarına katıldığımı duyumsuyorum.