Ülkemizdeki değerleri kadar önemsiyor muyuz acaba? Bu soruyu aslında size değil kendime soruyorum. Böyle bir soruyla aslında bu topraklarda yaşayan biz insanlar hep sorumluyuz. Neden hep bir batıya bir özlem bir tutkunluk var anlamış değilim doğrusu. Daha çok reklamı yapıldığı için mi yoksa Hollywood filmlerinde boy boy o yerlerin yer aldığı için modern ve popüler görüldüğü için mi? Aslında bizim ülkemizin o yerlerden çok daha güzel yerlere sahip olduğunu görmemiz gerekiyor.
Bahar nasıl karşılanır, nasıl uğurlanır yeryüzü toprağının insanı kutsadığı ritüellerle, güzelcelerle… Aklıma ilk gelenler Anadolu’da Hıdrellez, Çin’de Yuan Xiao (fener bayramı), Hindistan’da Holi… Geçmişleri, büyük olasılıkla insanlık tarihi kadar eski olan bu karşılama ve uğurlamaların sonuna, düzenin yarattığı bir başka ritüel daha eklemleniyor Keserek, kurutarak ve geride kalan boşluğa rant alanları inşa ederek kutlama. Öyle ya, “kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.” Gezi Parkı’na yapılmak istenen Topçu Kışlası gibi; Düzce’nin suyu çamurlanan şelalesine, kurutulan gölüne yapılanlar gibi…
Güzeldere Şelalesi’ne, Düzce üzerinden adını aldığı Gölkaya köyünden geçilerek gidiliyor. Bölge, Melen çayı havzasının kendine özgü doğal zenginliği ile göz kamaştırıyor. Şelale, Abant Dağları‘na uzanan Elmacık Dağları’nın tepelerinde ve yine bu köyden geçen Bıçkı Deresi üzerinde, 130 metre yukardan bir tül görüntüsüyle akıtıyor suyunu kayaların üzerine. Şelaleye açılan alan, Batı Karadeniz’in karışık orman dokusu içindeki ağaçların gölgelediği bir alan ve mesire yeri olarak düzenlenmiş. Doğal zenginlik büyüleyici. Buradaki basamaklarla şelaleye iniliyor.
Turizme yeni açıldığı için kalabalık, özellikle hafta sonları. Ben gittiğimde öyleydi. İnsanın sesi, suyun sesine karışıyordu. Üzerine, bu güzelliğin dar bir alanda oluşu, suyun döküldüğü kayaların kolay geçit vermeyişi de eklenince serinliğe, görüntüye, gölgeye doyacak kadar durulamıyor şelalenin yanında. Oysa insan sırtını bir kayın ağacının güvenli gövdesine dayayarak kitap okumak istiyor orada. Saatlerce, günlerce… Ya da bir gürgenin, bir sarıçamın, bir karaçamın, bir ceviz ağacının, bir meşenin, bir akçaağacın…
Bu olamadıysa da, kendimi kısa bir süre için eğreltiotlarının, orman güllerinin, adını bilmediğim endemik otların, çiçeklerin arasında sakladım bir süre. Değdi.
Her saklambacın bir sonu vardı elbet. Güzeldere’ye çıktığımız yoldan aşağı inerken Düzce’ye asıl gelme nedenim olan (Melen Çayı döküldüğü için Melen Gölü de denen) Efteni Gölü’ne yukardan şöyle bir baktım. Bir çay molası süresince Elmacık Dağları’nın arasında bana göl olarak işaret edilen alanda görebileceğim bir küçük su birikintisi aradım. Yoktu. Yaşadığım hayal kırıklığı, aşağı inip gölün yanından geçtiğimiz söylendiğinde daha da arttı. Evlerin arasına sıkışmış bir asfalt yolda ilerliyorduk. Ne fotoğraflarda gördüğüm nilüferler vardı çevrede ne de bahsedilen 150 çeşit kuş türünden herhangi bir iz…
Belki de yanlış yoldaydım.
Ama döndükten sonra birkaç okuma sonunda öğrendiklerimle iyice üzüldüm. 100-150 yıl önce nerdeyse 70 km karelik bir alana yayılan bir gölmüş Efteni. Denilene göre, havzaya dökülen su kaynakları ve kuzey Anadolu fay hattının etkileri olmasa çoktan kururmuş göl. Oysa havzaya dökülen çaylar üzerinde bentler var. Sanırım bunların en önemlisi, artık İstanbul’a suyunu veren Melen çayı. Yani göremediğim halde orada bir yerde hâlâ bir gölden bahsediliyor. Yine de burukluğum geçmiyor.
Bu durumda artık cümlelere, o güzel efsanenin de kulağını çınlatarak “bir zamanlar Efteni Gölü” şeklinde başlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum.
O efsane şöyle Bizans imparatoru sefere çıkar. Yanında kızı Eftelya da vardır, seferde hastalanır. Cildinde yaralar çıkar. Gölün civarında buldukları bir sıcak su kaynağında yaraları iyileşir Eftelya’nın ve bu süreçte gölün karşı kıyısındaki Osmanlı Beyi ile birbirlerine âşık olurlar. Ve bir gün, buluşabilmek için gidip geldikleri kayığın alabora olmasıyla Eftelya gölde boğulur.
Bu sıcak hikâye ile gölün kıyısından, araba ile yaklaşık 20 dakika sonra Samandere Şelalesi’ne ulaşılıyorum. Yol üzerinde İstanbul’a suyunu veren Melen kenarına kurulmuş HES ile de karşılaşıyorum. Dağların tepelerine doğru, uzaklarda bir yerlerde yol inşaatı da görünüyor. Bu inşaat, Abant Tabiat Parkı ile Mudurnu arasındaki yolu genişletmek için. Her yer toz duman. Bütün bunlar, Samandere Şelalesi’nden akan suların neden eski fotoğraflardaki kadar berrak değil de bulanık olduğunu da açıklıyor.
Samandere Şelalesi, tabiat anıtı olarak tescillenmiş. Bunu hak edecek bir görkemi, güzelliği var. Asıl şelale ardından iki küçük şelale ve Cadı Kazanı adı verilmiş muhteşem bölüm, korkuluklarla çevrilmiş bir platform üzerinde basamaklarla inilip çıkılarak gezilebiliyor. Suyun aktığı vadinin tepeleri, etekleri, her yeri ağaçlarla çevrili. Güneş, dalların ve yaprakların arasından süzülüp sızdığı yerleri neşelendiriyor. Su çağlıyor, doğa direniyor. Ben de bu görüntüyle az da olsa rahatlıyorum. O kadar ki, bugüne kadar yeryüzünde yapılmış bütün bahar kutlamalarına katıldığımı duyumsuyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.