29 Şubat 2016 Pazartesi

İstanbul’un Tarihini Sembolize Eden Fatih’e Küçük Bir Gezi

Millet Kütüphanesi


Camiden Fevzi Paşa Caddesi’nin diğer tarafına geçince ulaşacağınız Millet Kütüphanesi, Diyarbakır doğumlu bir gezgin ve kitapsever olan Ali Emiri Efendi (1857-1924) tarafından kurulmuş. Tarihi 1700’lere dayanan eski Feyzullah Efendi Medresesi’nin ev sahipliği yaptığı kütüphane, 2008’de tamamen restorasyondan geçti. Çeşmeler ve palmiyelerle süslü zarif avlusu medreseye çıkan merdivenlere bakıyor. Medresedeki iki kubbeli dershaneler ciddi bir koleksiyonu barındırıyor.


Yaklaşık 7.000 el yazması ve 20.000 kitaplık bir koleksiyonun içinde, değerli hatlar, fermanlar ve beratların yanı sıra, ilk basımlar ya da nadir rastlanan Arapça kitaplar da bulunuyor. Buradaki en önemli parçalardan biri ise XI. yüzyılda elyazması olarak Bağdat’ta hazırlanan ilk Türkçe sözlük olan Divan-ı LögatPtTürk. Kaşgarlı Mahmud’un eseri sadece sözlük değil, Türk tarihine de ışık tutan bir eser ve dünyada tek nüsha halinde. Giriş ücretsiz ama girerken çantanızı bırakmanız gerekiyor.


Türbeler


Birçok ünlü, tarihi şahsiyetin gömülü olduğu, Fatih Camii’nin türbelerinde göreceğiniz Osmanlı mezartaşı koleksiyonu Eyüp’tekiler kadar ihtişamlı. Bu tarihi kişiler arasında, 1877’de Rusların beş aylık Bulgaristan/ Plevne kuşatmasından sağ çıkmış, her iki tarafın da kahraman gözüyle baktığı, büyük Osmanlı komutanı Gazi Osman Paşa da (1832-1900) var. İstanbul’da ölen Paşa’nın türbesi, günümüzde Sirkeci’deki Legacy Ottoman Hotel’e ev sahipliği yapan muhteşem binanın da mimarı olan Kemaleddin Bey tarafından inşa edilmiş. Burada tarihçi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa (1865-1935) gazeteci ve yazar Ahmed Mithad Efendi (1844-1912) de yatmakta.


Mimar Atik Sinan ise Edirnekapı’daki Kumrulu Mescid’de gömülü. Buradaki kitabede, camiyi tamamladıktan bir yıl sonra idam edildiği yazılı. Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi anılarında, cami bittiğinde Ayasofya ile kıyaslandığını ve onun kadar yüksek olmadığı görüldüğünde Mimar Atik Sinan’ın ellerinin kesildiğini yazmış. Ne kadar inanılır bilinmez ama bir rivayete göre: Atik Sinan bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed’i kadıya şikâyet etmiş, kadı tarafları dinledikten sonra padişahın haksız olduğuna hükmedip mimara yüklüce bir para cezası ödenmesine karar vermiş. Rivayet, Fatih’in bu cezaya itirazsız uyduğunu söylüyor. Türbeler özellikle güllerin açtığı dönemde çok güzel oluyor.


Amcazade Hüseyin Paşa Camii


Fevzi Paşa Caddesi’nden Karagümrük’e doğru ilerlerseniz Eski Saraçhane Sokağı sapağına varmadan Dül-gerzade Camii’ni göreceksiniz. Burada ayrıca bakımsız ama çok güzel bir cami var; Amcazade Hüseyin Paşa Camii, medresesi, mescidi, kütüphanesi, çeşmesi ve sebiliyle hala bir külliye görünümünde. II. Mustafa’nın 1697’den 1702’ye kadar sadrazamlığını yapan, şehrin en zengin ve en seçkin ailelerinden olan Köprülülerden Hüseyin Paşa için yapılmış. Boğaz’daki en eski yalı da. Paşa’nın adını taşıyor. Hesapta bina Türk Yapı Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Müzeyi açık bulursanız bana da haber verin.


Fatih Heykeli’nin tam karşısında ana cadde üzerinde küçük bir park var; arkasında da Ayios Polyeuktos Kilisesinin kalıntıları yer alıyor. Son Batı Roma İmparatoru Anikius Olybrius’un kızı (430-472) Anikla Juliana için inşa edilmiş. Parkta dağınık halde duran eski sütunlar ve parçalan muhtemelen bu kiliseye aitmiş.


Parkın tam karşısında Bozdoğan Su Kemeri’nin önünde, I. Ulusal Mimari akımının son zamanlarda restore edilmiş iki çarpıcı örneği var; eski Fatih Belediyesi ve İtfaiye binası. Her ikisinin de tarihi 1914’e uzanıyor ve Kositantinos Kyriakides tarafından inşa edilmişler. Ayrıca İtfaiye j bünyesindeki Kont Szechenyfil İtfaiye Müzesi’ni de ziyaret edebilirsiniz. Önlerinde de 1916’da Vedat Tek tarafından yapıları Tayyare Şehitleri Anıtı’nı görebilirsiniz.


Kont Szechenyi İtfaiye Müzesi


Cumartesi ve pazar günleri dışında 08.30-16.30 saatleri arasında ziyarete açık. Kont Odön Szechenyi, 1871 yılındaki büyük İstanbul yangınında itfaiye teşkilatını yapılandırması için Sultan Abdülaziz tarafından Macaristan’dan getirtilen bir soylu. İtfaiye teşkilatını yapılandırdıktan sonra “paşa” unvanıyla taltif edilmiş. Kont Szechenyi Müzesinde yaklaşık 200 yıl öncesine kadar İstanbul’da kullanılan yangın söndürme aletleri ve tulumbalar ile tulumbacı ve itfaiyeci kıyafetleri sergileniyor.


Hırka-i Şerif Camii


Bu zarif cami o dönemin Batı tarzını yansıtır şekilde inşa edilmiş. 1851’de Sultan Abdülmecid tarafından Yemen’de yaşayan sofu bir dindar olan Veysel Karani’nin elindeki Hz. Muhammed’in hırkası için yaptırılmış.


1611’de Sultan I. Ahmed küçük bir odada muhafaza edilen hırkayı İstanbul’a getirmiş. Bugün, diğer kutsal emanetler caminin karşısındaki küçük binada sergileniyor. Hırka, ise caminin içindeki bir bölümde muhafaza ediliyor ve her Ramazan ayının ilk Cuma gününden son gününe kadar ziyarete açılıyor. Karani soyundan gelen biri ilk Cuma kapıyı ziyaretçilere açıyor. Bu hırkayı Topkapı Sarayı’nda Kutsal Hazineler Dairesi’nde sergilenen Hırka-i Saadet ile karıştırmayın.


Eğer camiye Fevzi Paşa Caddesi’nden gelirseniz Mesih Mehmed (Ali) Paşa Camii’nin güzel avlusundan geçersiniz. Bu cami 1585-1586 yıllarında muhtemelen Mimar Sinan tarafından yapılmış. Türbenin banisi 90 yaşında III. Murad’ın sadrazamı olan Mesih Mehmed (Ali) Paşa. Abdest alınacak şadırvanın olmasını beklediğiniz yerde Paşa’nın türbesi var, çeşmeler avluyu çevreleyen revakların iç kısmında bulunuyor. Dikdörtgen yapıda olan caminin özellikle mihrap ve mimberindeki sanatçılığa dikkat edin.


 

26 Şubat 2016 Cuma

Eminönü Tarihi Yapılar Turu

Hobyar Camii (Mescidi)


Postane binasının hemen arkasında, genellikle insanların gözünden kaçan Hobyar Camii var. İlk olarak XV. yüzyılın ikinci yarısında Emir Hobyar Hoca tarafından yaptırılan cami zamanla harap olmuş. Büyük Postane’nin yapıldığı dönemde Vedat Tek tarafından yeniden inşa edilmiş. Kütahya çinileriyle süslenmiş altıgen caminin Suriye’dekilere benzeyen tek şerefeli bir minaresi var.


Vlora Han


Eğer Büyük Postane’nin merdivenlerinde durup sağınıza, gara doğru bakarsanız Art Nouveau tarzının en iyi örneklerinden birini, Vlora Han’ı görürsünüz. Gül ve birbirine dolanmış çiçek şeklindeki taş süslemelerle hemen göze çarpan binaya olağanüstü zarafetteki işçiliği nedeniyle hayran kalmamak elde değil. İstiklal Caddesi’ndeki Botter Apartmanı gibi Vlora Han da bakımsız. Üzerindeki tabela kirliliği ise ayrı bir problem.


Yeni Postane Caddesi’nden Mısır Çarşısı’na doğru yürürseniz I. Ulusal Mimari üslubunda yapılmış Yapı Kredi Bankası binasını görürsünüz. Tam karşısında ise daha ağırbaşlı, Alman tarzını yansıtan ve August Jachmund tarafından 1890’da yapılmış eski Deutsche Bank binası var.


Birinci ve Dördüncü Vakıf Hanları


1910’larda Mimar Kemaleddin Bey, Sirkeci ve Eminönü arasında i. Ulusal Mimari Akımı’nın İkinci büyük adımlarından birini atmış ve İstanbul’un ilk modern ofis binalarını yapmış. İlk lokumun yapıldığı Ali Muhiddİn Hacı Bekir dükkanının karşısında yer alan Dördüncü Vakıf Han ayakta kalan iki binanın daha göze çarpanı.


  1. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, han işgalci Fransız ordusunun merkez bin, olarak görev yapmış. Daha sonraki dönemlerde gözden düşerek tinercilerin bağına dönüştü, ta ki 2005’te elden geçirilip World Park Hotel adıyla açılana kadar. Postane binasında olduğu gibi her sinde kubbeli odaları olan hanın giriş katında ayrıca orijinal bir de hamam var.

Birinci Ulusal Mimarlık Akımı


Mimar Kemaleddin (1870-1927) ve Vedat Bey’lerin (Vedat Tek, 1873-1942) öncülük ettiği ve 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyetle birlikte ortaya çıkan yaklaşım, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türk mimarlığını da etkilemiş. Selçuklu ve Osmanlı tarzlarından değişik unsurları bir araya getirip tamamen farklı bir üslup yaratan bu mimari akımda genellikle asma tavanlar, kalın lanset pencereler, cephede kullanılan seramik paneller, yarım küre şeklindeki süslere sıkça rastlanıyor. Kemaleddin Bey’in portresini 20 TL’lik banknotların arka yüzünde görebilirsiniz. Büyük Postaneden başka, bu akımın diğer güzel örnekleri arasında Atmeydanı’ndaki Tapu Kadastro ve Rektörlük binaları, Sultanahmet’teki Four Seasons Hotel ve Sütlücedeki Kongre Merkezi var.


Türkiye İş Bankası Müzesi


Postane binası ve Yeni Cami arasında, güzel mimariye sahip birçok XIX. ve XX. Yüzyıl yapı günümüzde bazı bankaların şubelerine ev sahipliği yapıyor. Tarihi 1898’e dayanan Türkiye İş Bankası binası ise ilk yapıldığında Önce postane sonra da paket ayırma ofisi olarak hizmet vermiş.


1928’den beri bankaya ait olan yapı günümüzde müze (pazartesileri kapalı) olarak işlev görüyor. Sergideki eserlerin sadece bankacılık düşkünlerinin ilgisini çekeceği düşünülebilir ama çocuklar muazzam kapılardan geçerek kasalara girmeyi ve insanların geçmişte neleri sakladıklarını görmeyi eğlenceli buluyorlar. Caddenin tam karşısındaki Garanti Bankası Binası semtin en güzel eserleri arasındadır.


Liman Han


Yalı Köşkü Caddesi’ndeki Liman Han, Vedat Tek tarafından 1907’de yapılmış, cephesinde muhteşem çiniler var. Yolun sonundaki Hidayet Camii’ni, Alexandre Vallaury, 1887’de eski, ahşap bir caminin yerine inşa etmiş.


 

23 Şubat 2016 Salı

Kapalıçarşı Civarındaki Hanlar ve Beyazıt Camii

Kapalıçarşı Çevresindeki Hanlar


Kapalıçarşı ile Mısır Çarşısı’nın dolambaçlı arka sokaklarında hala eski hanları keşfetmeniz mümkün. Geçmişte tüccarların hayvanlarıyla kaldığı ve aynı zamanda mallarını sattığı hanların çoğunluğu iki katlı ve avlulu yapılmış, bazılarının alt katı ahır olarak kullanılmış, içlerinde restore edilenleri olsa da çoğu ihmal edilmiş ve bakımsız durumda.


Kapalıçarşı’nın Mahmutpaşa Kapısı’ndan çıkın ve aşağı doğru yürüyün. Tarakçılar Caddesi’ne gelince sola sapın. Yolun sonunda “Kösem Sultan Hanı olarak da bilinen Büyük Valide Han çıkacak karşınıza. Bina, IV. Murad’ın annesi Kösem Sultan tarafından 1651 yılında inşa ettirilmiş. Hanın ortasına bir Şii Camii yapılmış, üç avlusunun da harap hale geldiği hanın üst katına çıktığınızda göreceğiniz manzara gerçekten olağanüstü; Boğaz, Haliç ve eski şehrin büyük kısmını içine alan panoramik bir İstanbul manzarası… Buradan ayrıca yandaki Bizans Eirene Kulesİ’ni de görme imkanınız olacak. Kule 1926 depreminde büyük ölçüde zarar görmüş ve üst bölümleri yıkılmış. Hanın üçüncü avlusuna Acemlerin yerleşmesinden ötürü Sair (Yabancı) Han adı verilmiş. İsmi bugüne bozularak gelmiş ve Sağır Han olmuş. İçerideki Bizans kilisesi ise tamamıyla harap olmuş durumda.


Biraz ileriden tekrar Mahmutpaşa Yokuşu’na dönerseniz XVIII. yüzyılda yapılmış olan üstünde kuş evleri ve cami bulunan Küçük Yeni Han ile karşılaşacaksınız. Aşağı doğru yürümeye devam edin ve Çarkçılar Sokak’tan sağa sapın. Yolun sağındaki Büyük Yeni Han, 1764’te tuğla ve taş kullanılarak yapılmış. Yolun karşısındaki; Kürkçü Han’ın yapımının XV. yüzyıla dayandığı ve Fatih Sultan Mehmed sadrazamı Mahmud Paşa için yaptırıldığı düşünülüyor.


Beyazıt Camii


Beyazıt Camii 1501-1506 yılları arasında Fatih Sultan Mehmed’in oğlu II. Bayezid tarafından yaptırılmış. Mimarı fazla bilinmeyen Yakub-Şah İbn Sultan-Şah.


Yakub-Şah camiyi yaparken kendine model olarak Ayasofya’yı almış ve buna bir külliyede olması gerekenleri eklemiş; hamam, medrese, mektep ve imaret.


Eser Fatih Camii’nden sonra yapılmış ama 1766 depreminde Fatih Camii’nin yıkılmasıyla V İstanbul’daki en eski, klasik cami olarak kalmış.


Beyazıt Camii’nin avlusu pek çok ziyaretçiye Şehzade Camii (sy. 103) ve Yeni Valide Camii’nin (sy. 500) avlularını hatırlatır, avluya adım attığınız anda sizi saran huzur hemen yakındaki Kapalıçarşı’nın karmaşa ve gürültüsüyle hoş bir tezat yaratır. Kırmızı somaki mermer ve granitten yapılmış 20 büyük sütun, avludaki şadırvanın etrafında kubbeli revaklar oluşturur.


Caminin dışında işportacılar, ulu çınar ağaçlarının altında tespih, hacıyağı ve diğer İslâmî eşyaları satarken güvercinlerde yemlerinin peşinde koşuyor. Yapının arkasındaki kabristanda II. Bayezid muhteşem bir türbede, kızı Selçuk Hatun ise daha mütevazı bir türbede yatıyorlar. Köşedeki türbesini pencerelerindeki zarif, yeşil demirlerden hemen tanıyacağınız Tanzimat dönemi sadrazamlarından Koca Mustafa Reşid Paşa 1800-1858) da buraya gömülmüş. İstanbul’a büyük eserler bırakan Mimar Kemaleddin Bey (1870-1927) hazirenin bir diğer sakini.


 

21 Şubat 2016 Pazar

İstanbul Günlüklerinden Küçük Bir Gezi Turu

İstanbul seyahatlerinde gezilmesi gereken yerlerin başında gelen modern ve sanatı değeri yüksek olan popüler yerlerin dışında daha farklı ve özellikle dikkat çekici yönlerini fark etmemize katkı sağlayan Onur İnal’in anlatımında merak uyandıran bir yazıyı sizlere sunuyorum.


Konsolosluk binasının tam karşısında Neoronesans tarzı ve ilginç mimarisiyle bir bina dikkatimizi çekiyor. Bir yanını Müeyyet Sokak’a diğer yanını da Frederici Apartmanına dayamış olan ve İstiklal Caddesi’ndeki diğer binalardan farklı olarak eşi, örneği görülmeyen ilginç bir cephe ve mekân düzenine de sahip olan bu tombul bina, Narmanlı Han. Narmanlı Han ya da bilinen diğer adıyla Narmanlı Yurdu, caddenin girişindeki Fransız Konsolosluğu binası ile birlikte ayakta duran en eski iki binadan birisi.


1843 yılında yapıldığı tahmin edilen binanın mimarı Giusseppe Fossatti. Fossatti denince doğal olarak akla Ruslar geliyor. Ticinolu, yani İsviçreli İtalyan mimar iki kardeş Giusseppe ve Gaspare Fossatti, Milano’nun ünlü Brera Akademisi’nde yetiştikten sonra Çarlık Rusyası’nın hizmetinde çalışmaya başlamışlardı. St. Petersburg’ta kaldıkları süre içerisinde önemli devlet binalarının yapımını gerçekleştirmişler ve çarın beğenisini kazanarak Rus Güzel Sanatlar Akademisi üyeliğine kabul edilmişlerdi. 1837’de İstanbul’a gelen ve şehirde on dokuz yıl kalarak bazı elçilik binalarının, Osmanlı Arşivleri binasının, Baltalimanı’ndaki Mustafa Reşit Paşa’nın evinin (bugün Kemik Hastanesi olan bina) yapımım ve Ayasofya’nın restorasyonunu gerçekleştiren Fossatti’lerin Ruslar adına yaptıkları ilk eser Narmanlı Han’dı.


Narmanlı Han, yine Giuseppe Fossatti’nin kendi eseri olan esas Rus Elçiliği (bugünkü başkonsolosluk) yapılana kadar hem Rus Elçiliği binası hem de hapishane olarak kullanıldı. Han, 1840’lann sonlanna doğru şimdiki bina yapıldıktan sonra da Rusların binası olarak kaldı. Birçok Rus firması ofislerini Narmanlı Han’da bulunduruyordu.


Narmanlı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve 1920’lerde Rusya’dan kaçan çok sayıda Beyaz Rus’un sığınma yeri oldu. Rus Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen binlerce göçmen arasında Leon Troçki de vardı. Henüz itibarım yitirmemiş olan Troçki, Pera Palas’ta kaldığı süre içerisinde Narmanlı Han’a da sık sık uğramıştı. Petrol işçilerinin sendikası Neft Syndicat bürosunun bulunduğu Narmanlı Han, o dönemde Troçki’nin Türk komünistlerle ilişkisinden çekinen Türk istihbaratı, onun her hareketini izleyen Sovyet ajanlan ve dünyanın birçok ülkesinin casuslarıyla, devrimcileriyle dolup taştı.


1930 yılına gelindiğinde Neft Syndicat dışında sadece Intourist isimli turizm şirketi kalmıştı. 1933’te ise bina varlıklı iki tüccar kardeşe, Avni ve Sıtkı Narmanlı’ya satıldı. Aslında binayı Narmanlı Kardeşlerim satan alması bir bakıma iyi de oldu. Sanata düşkün Narmanlı Kardeşler, binayı yüksek fiyatlarla tüccarlara kiralamaktansa, düşük fiyatlarla sanatçılara vermeyi tercih ettiler.


Narmanlüar, Sofyalı Sokağı ile Müeyyet Sokağı’nın kesiştiği noktadaki üç odayı heykeltıraş Firsek Karol’a kiraladılar. Ressam şair Bedri Rahmi Eyüboğlu ise ana girişin sağında bulunan iki kadı dükkanlardan birine yerleşti. Ulus Gazetesi’nin temsilcisi Neşet Atay ve ressam Aliye Berger, Eyüboğlu’nun bitişiğini tuttu. Bunların dışında ünlü Ermeni gazetesi Jamanak, Andrea Kitabevi, İstanbul’un ilk konfeksiyoncularından Antoine Visconti’nin mağazası, kürkçü Sanoviç de hanın diğer kiracılarındandı. Narmanlı Han, Cumhuriyet döneminden 1980’lere kadar -zaman içinde erişe de heykeltıraşların, ressamların atölyelerine ev sahipliği yaptı. Bugün ise handa sadece bir hah-kilim tamircisi ile bir fotokopici bulunuyor. Avludaki tek katlı bina, öteden beri nedense resmî işlere mahsustur. Bir zamanlar Maliye Tahsil Şubesi olarak kullanıldıktan sonra şimdilerde noter olarak hizmet veriyor.


Narmanlı Han’ın Rus elçilik binası olarak kullanıldığı yıllarda bahçesinin orta yerinde, içerisinde rengarenk balıkların yüzdüğü zarif bir havuz olduğu söyleniyor. Havuz, hana gelen tüccarların at arabaları ve yük hayvanları için engel oluşturduğu düşünülerek yıkılmış.


Şimdi yerinde mor salkımlarla beraber yüz yıllık akasyalar yükseliyor. Narmanlı Han’ın bir diğer özelliği de İstanbul sınırlan içerisinde kedilerin en özgür yaşadıkları mekânlardan birisi olması. Ne zaman giderseniz gidin, nereye bakarsanız bakın Narmanlı Han’da her zaman kedileri göreceksiniz.


 


 

20 Şubat 2016 Cumartesi

İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık

Beyoğlu yolculuğumuza Tünelden başlayalım. Bugün, her ne kadar İstiklal Caddesi’nin başlangıcı Taksim Meydanı olarak kabul edilir ve Tünel-Galatasaray arasındaki kalabalık Taksim-Galatasaray arasındaki kadar olmasa da bir zamanlar İstiklal Caddesi ve Beyoğlu’nun esas merkezi Tüneldi. Karaköy Rıhtımı’ndaki yoğunluk buraya kadar ulaşıyordu. İşyerleri aşağıda olan gayrimüslimler ve Levantenler evlerini, devletler ise elçilik binalarını Tünel’den başlayarak Taksim istikametine doğru inşa etmişlerdi. Durum böyle olunca da İstanbul’un ilk otelleri, restoranları, kafeleri, zücaciyecileri, barları, saatçileri, konfeksiyon mağazaları Tünel üe Galatasaray Lisesi arasında yoğunlaşmıştı. Tünel bölgesini Karaköy’e bağlayan yol Yüksekkaldırım Yokuşu’ydu. Her gün yaklaşık 40 bin insan Yüksekkaldırım’ı tırmanarak Karaköy’den Pera’ya ulaşıyordu. Bu dik ve dar yokuşta sırtlarında küfeleriyle hamallar, at arabaları ye insanlar tam bir karmaşa yaratıyor ve istenmeyen kazalar yaşanıyordu.


Danimarkalı şair, masalcı, roman ve oyun yazan Hans Christian Andersen 1841 baharında geldiği İstanbul’da, Galata Kulesi’nden Pera’da kalacağı otele gidişini Bir Şairin Çarşısı adlı eserinde şu satırlarla anlatıyordu:


“Pera’daki kulenin dibinde yüzülmüş kanlı at leşlerini gördük; salonlarında fıskiyeli havuzlar bulunan Türk kahvehanelerinin yanındaneçtik, anayol boyunca ilerlerken önümüze, kapısının üst kısmında altın yaldızla Kur’an’dan ayetler yazılmış bir levha bulunan, dönen dervişler tekkesi çıktı. Bu daracık yol boyunca sağlı sollu sıralanmış bulunan evler ikişer üçer katlı, cumbalıydılar, yan sokaklar daha da dar olduğundan evler birbirine bitişikmiş ve sanki yağmur yağdığında buradan geçerken şemsiye kullanmaya gerek kalmayacakmış gibi görünüyorlardı.


“Ne kargaşa! Ve tam bu kargaşanın ortasında, başında kırmızı kalpak, ayaklarında partal sandallar, üzerinde koyun postu bulunan bir Bulgar köylüsü arka ayaklarının üzerinde sıçrayan bir ayı gibi dans ediyor, bir başka Bulgar da tulum çalıyordu. Sekiz tane güçlü kuvvetli hamal altına kalaslar yerleştirilmiş iri bir mermer kütlesini çekerek götürürken, bir yandan da savulun diye bağrışıyorlardı. Karşımıza şapkalarından yas tülleri sarkan Ermeni rahipler çıktı; bir ilahi mırıldandığını duyduk, çiçeklerle süslenmiş açık tabut içinde, üzerindeki günlük elbiseleriyle ve yüzü örtüsüz olarak yatan genç bir Rum kızının cenaze töreniydi bu, üç Ortodoks rahip ve mumları taşıyan iki erkek çocuk en önde yürüyorlardı.


“Ne kalabalık! Ne hengame! Yaşmaklı kadınların uçuşan uzun perdelerin aralarından dışarıyı gözetlediği, kartondan yapılmış, önü arkası yaldızlanmış birer küçük kabine benzeyen parlak renkli arabalar, eğri büğrü parke taşların üzerinde tökezleyerek yol alıyor, kütük ve tahta kalasları çeken atlar, eşekler kalabalığın arasından yol açmaya çalışıyorlardı.


1867 yılının Mayıs ayında Eugene Henry Gavand isimli Fransız mühendis, sade bir turist olarak geldiği İstanbul’da bu manzarayla karşılaşmış ve karşılaşır karşılaşmaz da kafasında bir ışık yanmıştı. Zeki mühendis Gavand, Karaköy’ü Pera’ya bağlayacak bir yeraltı sistemi planlamaktaydı. Üç yıl boyunca Paris, Londra ve İstanbul arasında mekik dokuduktan ve teknik detayları belirledikten sonra 1872 yılında tasarladığı tünelin yapım izni için Sultan Abdülaziz’in huzuruna çıktı.


Gavand’ın fikirleri, o yıllarda kentleşmenin yolunun toplu taşımadan geçmesi gerektiğini benimseyen ve Sirkeci’ye gar yapılacağı zaman sarayın ortasından demiryolu geçirilmesine karşı çıkanlara “isterse sırtımdan geçsin ama yine de geçsin!” diyen Sultan Abdülaziz’in aklına yatmıştı.


Gavand, sultandan izni koparır koparmaz hemen “The Metropolitan Railway of Constantinople, from Galata to Pera” isimli bir şirket kurdu. Çalışmalar aynı yıl başladı, ancak Tünel inşaatını engelleyen sorunlar bir türlü bitmedi. Önce, Tünel’in Pera girişindeki mezarlığın istimlaki sorun oldu. Ardından da mülk sahipleri çeşitli sorunlar çıkardı. Tüm bunlara Tünel’den çıkarılacak binlerce ton toprağın nereye döküleceği de eklenince Tünel’in yapım süresi uzadıkça uzadı. Sonuç olarak mülkler istimlak edildi, Tünel’den çıkan topraklar da Haliç’e bakan uçuruma döküldü. Bölge, daha sonra “Tepebaşı” diye adlandırılacak ve topraklarla doldurulan alanın üzerine, ünlü çay bahçeleri, tiyatro ve gazinolar kurulacaktı.


18 Ocak 1875 günü öğleden sonra Sultan Abdülaziz’in de katıldığı törenle Tünel hizmete girdi. Tünel’in açılışı kentte büyük bir olay oldu. Pera’nın meşhur şekerlemeci ailesi Vallauriler seçkin konuklara şampanya ve leziz şarapların süslediği bir “dejeuner â la fourchette” (öğle yemeği) verdiler. Yemekte bir konuşma yapan Tünel işletmesinin müdürü Bay Albert, Tünel’in Doğu ve Batı halklarını kaynaştın-cı bir unsur olacağım vurguladıktan sonra kadehini, Tünelin inşasına izin buyuran, uçsuz bucaksız imparatorluğun Sultanı zatı şahaneleri Abdülaziz Han Hazretleri’nin sağlığına kaldırdı. Vagonlardan birine yerleştirilen orkestra Batı melodileri çalarken, seçkin konuklar Galata Pera arasında gidip gelmeye başladılar. Tünel ile Gavand’ın düşleri gerçekleşirken, İstanbul da New York ve Londra’dan sonra dünyada metroya sahip olan üçüncü şehir olmuştu.


Paris, Budapeşte, Berlin, Viyana gibi birçok modem dünya başkentinde henüz metro yokken İstanbul’da vardı. Tünel’de yapılan aslında tam bir metro değildi, yukarı doğru çekilen bir nevi funiküler sistemdi. Fakat gün geldi, dünyada metrosu olmayan şehir kalmadı, olanlar da metro hatlarının uzunluğunu birkaç katma çıkardılar. İstanbul ise yüz yıldan fazla bir süre boyunca Tünel ile yetinmek zorunda kaldı. Tünel zaman içinde çok fazla gelişmese de değişti. Vagonların pencerelerine calı takıldı, içleri Londra’dan getirtilen lambalarla aydınlatıldı ve oturma yerleri yapıldı. İlerleyen yıllarda sistem buharla değil, elektrikle çalıştırılmaya başlandı.


Cumhuriyetin ilanına kadar yabancı şirketin imtiyazlı işletmeci si devam etti, daha sonra Tünelin işletmesi belediyeye devredildi. Tünel’in İstiklal Caddesi çıkışındaki adeta bir anıt-bina olan Metro Han günümüzde de ayakta duruyor. Tam karşısındaki, bacasıyla beraber günümüze kadar ulaşmış olan binaysa bir zamanlar vagonların üretim, bakım ve onarımının yapıldığı cer atölyesi.


 


 

15 Şubat 2016 Pazartesi

Aineias’ın Serüvenleri Troya’dan İtalya’ya

Aphrodite’nin oğlu olan Aineias, Troîalı bir kahramandı. Yunanlılarla yapılan Trola savaşında yiğitliğini, cesaretini herkese göstermiş, düşmanlarının bile saygısını kazanmıştı. Şehre yapılan baskın çırasında annesinin yardımını görmeseydi canını kurtaramayacaktı. Neyse ki, Aphrodite, oğluna yardım etti. Aİneias da, babasını, oğlunu yanma alıp bazı arkadaşlarıyla birlikte bir gemiye atladı, denize açıldı. Kendilerine yeni bir ülke arayacaklardı artık.


Uzun serüvenlerden sonra İtalya’ya vardı Aineias. Orada karşısına çıkan bütün düşmanları yendi. Güçlü bir kralın kızıyla evlenip yeni bir şehir kurdu. Bazıları Roma’nın asıl kurucusunun Aineias olduğunu söylerler; çünkü Troialı kahramanın oğlu bir süre sonra Alba Longa şehrini kurmuş, Romulus ile Remus da bu şehirde doğup büyümüşlerdir.


Troia’dan yola çıktıkları zaman Aineias bir düş görmüştü. Düşünde, arkadaşlarıyla birlikte Kesperia’ya (İtalya) gidip orada yerleşmesi söylenmişti kendisine. Aineias da, düşte söylendiği gibi yapmaya karar vermiş, yanında bulunan Troialılara, “Uzun bir yolculuğa hazırlanın bakalım’ demişti, “ Hesperia’ya gideceğiz.”


O sırada Girit’te bulunuyorlardı. Hesperia ise dünyanın öteki uçundaydı sanki. Yine de Troialılar bu düşün kendilerine uğur getireceğine inanıyorlardı. Gemilerinin burnunu batıya çevirdiler.


Önce Harpyi’lerle karşılaştılar. Bu koca kuşlarla Orgonautlar da karşılaşmıştı eskiden. Ama iki Yunanlı, Kalais ile Zetes, onlarla başa çıkmasını bilmişti. Nedense, Troia’lılar, Harpyi’lerle çarpışmaktansa, kaçmayı daha uygun buldular.


Bir süre sonra gözlerine bir kara parçası ilişti. Kıyıya yaklaşınca kendilerini Hektor’un karısı Andromakhe’nin beklemekte olduğunu gördüler. Çok şaştılar buna, çünkü Andromakhe, Akhilleus’un oğlu Pyrrhos’a tutsak diye verilmişti. Zamanla Pyrrhos’un güzel tutsağından bıkıp Helena’nın kızı Hermİono ile evlendiğini bilmiyorlardı. Priamos’u karısının yanında öldüren Yunan kahramanının evliliği uzun sürmemişti ama çok geçmeden Pyrrhoa ölüvermişti. Andromakhe de tutsaklıktan kurtulunca, Troia’lı bakıcı Helenos İle evlenerek bu ülkeye yerleşmişti.


Karı-koca, Aineİas ile arkadaşlarım sevinçle karşıladılar. Çeşit çeşit içkilerle, yemeklerle donanmış bir sofraya oturttular onları. Başlarından geçenleri dinlediler. Yemekten sonra Helenos, “Hesperia’ya gidiyorsunuz demek,” dedi, “size bir akıl vereyim. Sakın Hesperia’nın doğu kıyısına ayak basmayın. Yunanlılar vardır orada. Hepinizi öldürürler. Ancak bu ülkenin kuzeyinde rahata kavuşabilirsiniz. Kuzeye gitmek için de iki yol vardır. Biri Skylla ile Kharybdis’in bulundukları geçitten geçmek, öteki de Skylla’nın yaşadığı adanın güneyinden dolanarak kuzeye çıkmak. Sakın iki canavarın arasındaki geçitten geçmeyin. Orası kestirmedir, ama tehlikelidir. Argonaut’lar bile ancak Thetis’in yardımıyla geçebildiler oradan. Odysseus ise altı adamının can verdiğini kendi gözleriyle gördü. Siz beni dinleyin, uzun yoldan gidin.”


Bakıcının öğüdünü can kulağıyla dinleyen Troia’lılar Andromakhe ile kocasına teşekkür ettikten sonra yeniden yola koyuldular. Helenos, Skylla ile Kharybdis’i söylemişti de, ellerine geçeni parçalayan Kyklop’ları unutmuştu. Skylla’nın yaşadığı adanın güneyinde oturuyordu Kyklop’lar. Bereket versin, Aineias ile arkadaşları onlara yem olmadan kurtuldular. Adaya inip yemek hazırlarken, kayaların arasından bir adam çıktı. Zayıf, bitkin, Ölü gibi bir adamdı bu; gözlerinin feri sönmüştü. Aineias’a giderek, “Ben Odysseus’un gemicilerinden biriyim,” dedi. “Sizin gibi, biz de bu adaya gelmiştik. Tek gözlü birer canavar olan Kykîop’lann eline düştük. Aramızdan bazıları öldü. Odysseus ile arkadaşlarım kaçıp gittiler. Kaçarken beni burada unuttular bilmiyerek. Ben de ağaçların arasında saklandım. Günlerdir bir tek lokma koymuyorum ağzıma. Aman, burada durmayın; nerdeyse şimdi Kyklop’lardan biri çıkagelir. Tekimizi sağ bırakmaz.”


Troialılar, Yunanlıyı yanlarına alarak adadan uzaklaştılar. Tam zamanında kurtulmuşlardı tehlikeden. Biraz gecikmiş olsalardı Kyklop Polyphemos’un dine düşeceklerdi. İçinden hâlâ kanlar sızan göz çukurunu yıkamak için kıyıya gelen Polyphemos, dalgaların hışırtısını duyunca adada yabancıların bulunduğunu anladı. Ama geç kalmıştı. Troia’lıların gemisi uzaklaşmıştı bile.


Bu tehlike geçer geçmez başka bir tehlikeyle karşılaştı Aineias. Kendisini, Troia’lı olduğu için hiç sevmeyen Hera, Aineias’ın ileride Roma’nın tohumunu atacağını biliyordu. Tanrıça bu, bilmez olur mu hiç? Roma’nın, Kartaca’yla savaşıp bu şehri yerle bir edeceğini de biliyordu üstelik. Kartaca ise, yeryüzünde en sevdiği şehirdi. Bu yüzden, Troia’lı kahramanı bir an önce öldürmek, onun Hesperia’ya çıkmasına engel olmak istiyordu Hera. Kalkıp Aiolos’a gitti. “Canın hangi nympheyi çekiyorsa getireyim sana,” dedi, “yeter ki sen de en azgın fırtınalarını bir araya topla. Su Troialıların üstüne sal.”


Rüzgârlar kralı, gözünün önünden nympheleri şöyle bir geçirince dayanamadı. Fırtınaları Aineias’ın gemisine yolladı.


Deniz öyle kabarıyordu ki, dalgaların sırtı yıldızlara değiyordu. Ara sıra da ansızın alçalıyordu sular, okyanusun dibi görünüyordu. Poseidon,’ bu durumu görüp yardımlarına yetişmeseydi Troia’lılar boğulup can vereceklerdi. Deniz tanrısı, Aiolos’a bir haberci yolladı. Haberci, “Şu fırtınaları dindir, yoksa Poseidon dünyayı başına geçirecek,” dedi. Ödü kopan Aiolos, fırtınaları hemen geri çağırdı ülkesine. Troia’lılar batmaktan kurtulmuşlardı; kurtulmuşlardı ama, dalgalar da kendilerini Afrika’nın kuzeyine, Kartaca’ya atmıştı.


Kartaca, Dido adlı son derece güzel bir kadın tarafından kurulmuştu. Aineias’ın da yakışıklı biri olduğunu biliyordu Hera. İkisini ilk görüşte birbirine âşık etmek, böylece de Aineias’m Kartaca’ya yerleşmesini sağlamak istiyordu. Troia’lı kahraman, Kartaca’ya yerleşirse Hesperia’ya gidip Roma’yı kuramazdı.


Hera’nın neler tasarladığını sezen Aphrodite, ağlıya ağlıya Zeus’un yanına çıktı. “Ne söz vermiştin, bak neler oluyor,” diye çıkıştı tanrılar tanrısına.


“Yine ne var?” diye sordu Zeus.

Aphrodite, “Hani oğlum, Hesperia’ya gidip yeni bir ülke kuracaktı?” dedi.


“Hiç merak etme sen” diye cevap verdi Zeus, “yine öyle olacak. Ben Aineias’ı Kartaca’da bırakmam…”


Aşk tanrıçası, Olympos’tan ayrıldıktan sonra Eros’u çağırdı yanma. “Bak, Eros,** dedi, “Kartaca’ya inip Dido’yu Aineias’a âşık edeceksin.


Sonra Eros’la birlikte kendisi de yeryüzüne doğru süzüldü.


O sırada Aineias, arkadaşı Akhates’i yanma alarak yola çıkmış, nereye geldiklerini öğrenmeye çalışıyordu. Yolda bir çobana rasladılar. Aslında çoban değildi Tasladıkları, kılık değiştirmiş Aphrodite’nin ta kendisiydi.


“Neredeyiz?” diye sordu Aineias, “bize yardım edebilecek, karnımızı doyuracak, susuzluğumuzu giderecek biri var mı bu ülkede?”


Aphrodite, “Var,” diye cevap verdi. “şehre gidin. Kraliçe Dido, çok iyi bir insandır. Size yardım eder.”


Sonra, şehre hangi yoldan gidileceğini gösterdi onlara. Şehirde iki arkadaşın Dido’yu bulması zor olmadı. Aineias ile kraliçe göz göze geldiklerinde Eros okunu fırlattı. Olan oldu, Dido ansızın Troia’lı kahramana tutulu verdi.


Bir süre birlikte yaşayıp mutlu günler geçirdiler. Dido, sevgilisinin bir dediğini iki etmiyordu. Onun için sürek avları hazırlıyor, şölenler veriyor, hattâ kendi arkadaşlarını kırıyordu. Bu hava içinde, Aineias; Hesperia’yı unutuverdi.


Hera, Troia’lı kahramanın Kartaca’da kalmasına seviniyordu. Ama Aphrodite, küplere biniyordu; yine Zeus’a gitti. “Hani,” diye sordu, “nerde kaldı verdiğin söz? Gör işte, oğlumun aklında ne Hesperia var, ne de yeni bir ülke…”


Zeus, Hermes’i çağırarak, “Kartaca’ya git,” diye buyurdu. “Orada Aineias’ı bul. Artık ayrılma zamanının geldiğini söyle.”


Tanrıların habercisi, Dido’nun ülkesine inip Troia’lı kahramanı buldu. “Beni Zeus gönderdi,” dedi. Aineias zaten tanımıştı Hermes’i. “Ne istiyor Zeus?” diye sordu.


“Artık burada kalmaman gerekiyor. Bir an önce yola çıkıp Hesperia’ya varmalısın. Yoksa tanrılar tanrısının öfkesini üstüne çekersin.”


Sonra geldiği yere döndü. Dido, Aineias’ın ayrılmak istediğini öğrenince çok üzüldü. “Benden mi bıktın yoksa?” dedi sevgilisine.


“Hayır. Zeus haber yollamış. Arkadaşlarımla birlikte gidip bir başka ülkeye yerleşeceğim.”


Dido, ne yaptıysa, Aineias’ı caydıramadı; gözyaşları için de saraydan kaçıp gitti. Kraliçenin kaçtığını gören Aineias, arkadaşlarını topladı. Hemen hazırlanıp gemilerine bindiler, denize açıldılar. Kartaca’dan oldukça uzaklaşmışlardı ki arkalarında, kayalar üstünde bir ateşin yandığını gördüler. O ateşin neden yakıldığını hiçbiri anlayamadı.


Sevgilisinin gitmesine üzülen Dido, kendini öldürmüştü. Kartacalılar, onun ölü gövdesini yakıyorlardı şimdi.