24 Mart 2016 Perşembe

Tarihle Dolu Modern Bir Müze “Pera”

Pera Palas’a geldik. Burayı bu kadar bilindik yapan birçok neden var. Öncelikle, Tepebaşı’nm en görkemli ve en ünlü oteli olan Pera Palas, Türkiye’nin (daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğu’nun) ilk beş yıldızlı oteli. Yapıldığı yıllarda hiçbir otel Pera Palas’ın temizliğine, konforuna ve gösterişine sahip olamamıştı. 1955’te Hilton Oteli yapılana kadar da uzun yıllar da tek beş yıldızlı otel olarak kaldı.


Pera Palas, 1891’de az önce uzunca bahsettiğimiz mimar Vallauri tarafından ünlü Orient Ekspress treninin zengin yolcularını ağırlamak amacıyla inşa edildi. Uluslararası Büyük Oteller Kumpanyası (Compagnie Internationale des Grands Hotels) adlı şirket tarafından yaptırılan ve yapımı on yıl süren otel, yapıldığı günlerde Tepebaşı’mn en yüksek binasıydı. Bu dokuz kadı otelin hantal yapısı, hepsi birbirinden farklı neo-klasik cephe düzenlemeleriyle zenginleştirilmişti. Otelin iç dekorasyonunu yapan Vagon-Li (Wagon-Lits) şirketi tüm malzemelerin en kalitelisini kullanmıştı. Günümüzde otelin birçok mobüyası, sıhhi tesisatı, kapı kollan, elektrik donanımı orijinal olup yapıldığı günden bu yana kullanılmaktadır. Açıldığı günlerde çevresindeki bazı binalar gibi Amerikan Konsolosluğu da elektriğini Pera Palas’tan alıyordu.


Pera Palas uzun tarihi boyunca özellikle de işgal günlerinin İstanbul’unda birçok ünlü ismi ağırladı. Mustafa Kemal, İstanbul’da olduğu günlerin çoğunda Pera Palas’ta kalmıştı. Bunun dışmda İsmet İnönü’den Mısır Hıdivi Abbas’a, İran Şahı Rıza Pehlevi’den ünlü aktris Greta Garbo’ya kadar Pera Palas’ta kalmış isimlerin listesi otelin lobisindeki panoda duruyor. Otel, tansiyonu yüksek ve kanlı olaylara da sahne oldu. 1941 Mart’ında, yani İkinci Dünya Savaşı’nm en hareketli günlerinde İngiltere’nin Sofya Büyükelçisi Sir Rendall, içkisini almak üzere bara doğru ilerlerken, antrenin mermer merdivenlerine bırakılan bavullardan birisi patladı. Büyükelçi sağ kurtulsa da olayda ikisi polis dört kişi öldü ve lobi büyük hasar gördü.


Otelin koridorları esrarengiz olaylarla doluydu. Bunlardan en ünlüsü şüphesiz Agatha Christie ile ilgili olanı. Dünyaca ünlü İngiliz kadın romancı Agatha Christie, on bir gün süreyle kaybolduğunda gelip Pera Palas Oteli’nin 411 numaralı odasında kalmıştı. 1920’li yıllardaki bu ortadan kaybolma ve ardındaki gerçek ancak yetmişli yılların sonunda Los Angeles’ta oturan ünlü medyum Tamara Rand tarafından ortaya çıkarılmıştı.


Kılığı beğenilmeyince otele alınmayan Mersinli Rum Fetros Bodosa-ki sinirlenerek 1915 yılında oteli satın aldı. Bodosaki, oteli işlettiği süre boyunca yalnız yabancı, özellikle de Yunan bayraklarıyla süslemiş, Türk bayrağı astumamıştı. 1919’da oğlu Torna Anastiadis oteli devraldı ancak işletemeyerek zarar ettirince otele haciz geldi.


Önce devlet tarafından işletilmeye başlanan otel 1928 yılında Atatürk’ün Suriye günlerinden yalan dostu Misbar Muhayyeş tarafından satın alındı. Muhayyeş-çocuğu olmadığı için 1949 yılında bir vakıfname hazırladı ve her yıl bayramlarda elli fakir çocuğun giydirilmesnıi ve otelin yıllık kira gelirinin Darüşşa-faka, Darülaceze ve Verem Savaş Demeği arasında bölüştürülmesini vasiyet etti. Uzun yıllar vakıflar tarafından işletilen otelin hisselerinin büyük bir kısmı özel teşebbüsün elinde bulunuyor.


Pera Palas Oteli’nin yanındaysa Natanson adlı bir Yahudi’nin 1911 yılında açtığı Garden Bar bulunuyordu. Kapısında her daim üniformalı bir Rus generalin durduğu Garden Bar’ın “Kazaska Kralı Büyük Kazbek” türünden, sabahlara dek süren şovları oluyordu. Garden Bar 1939 yılında bir gece yerle bir oluverdi.


Pera Palas’ın tam karşısında küçük bir lokanta var. Burası, İstanbul’da İran yemekleri yapan yegane yer. Gerçi biraz reklama girdik ama bahsetmekte zarar yok; İran mutfağı denince ilk akla gelen, ince uzun bir tür pirinçten yapılan İran pilavı “çilav” ile bazı ülkesel ve yöresel et yemeklerini burada tatma şansınız vardır.


 


 

19 Mart 2016 Cumartesi

İstanbul’un Zengin Etniklerinden Bir Derleme ve Balık Pazarı’nda Tarihi Tur

Konsolosluk binasından sağa doğru döneceğiz. Ancak sol tarafta, Tarlabaşı’na doğru inen Hamalbaşı Caddesi üzerinde ilginç bir yapı var. Burası, Katolik Rum cemaatinin kutsal üçlü anlamına gelen küi-sesi Ayias Trias. Kilise 19. yüzyılın ikinci yansında banker Corpi’nin bağışladığı arazi üzerine yapıldı. Küise bünyesinde Odigitria adlı bir de okul vardı. Yüzyıllar boyunca etkinlik gösteren Katolik misyonerler Doğu’da yaşayan farklı inançlardaki toplumları Katolik yapmayı başanyorlardı. Misyonerler, Anadolu’da en çok Ermenüer arasında başarılı olmuşlardı. Rumlar’m Katolik olmasının hikayesi daha farklı: 13. yüzyıldan başlayarak Ege Adaları’na, özellikle de Sakız’a yerleşen Cenova ve Venedikli tüccarlar adalarda kuşaklar boyu kalmışlardı. Bu süre içerisinde de adaların yerel halkı olan Rumlar üe evilik-ler yapmışlar ve Rumlaşmışlardı. Sonuç olarak kuşaklar boyu İtalyan adı taşıyan ancak ana dil olarak Frankiotiki’yi* benimseyen Katolik bir halk doğdu. Bu halk, ashnda ne Rum ne de İtalyan’dı. AvrupalIlar tarafından Levanten veya Frenk, Osmanlılar tarafından ise Adalılar diye adlandırılan bu, grubun üyelerinin büyük bir kısmı 15. yüzyıldan sonra İstanbul’a göçtü. İşte bu cemaatin İstanbul’daki Rumlarla da kaynaşmasıyla oluşan Katolik Rum cemaati ilk olarak İstanbul’da ortaya çıktı. Cemaatin oluşumu 1850’lerde Ioannis Marangos adlı bir papazla başlar. Katolik Rumlar, Bizans’tan gelen ayin usulünü uygulapıaya devam ettiler.


İnanç, ibadet ve kutsal günlerde Ortodokslardan bir farklın bulunmamaktaydı. Ancak dini hiyerarşide en üst kişi olarak patrikliklerini değil, Papa’yı tanımakta, ayin sonunda da onun adını anmaktaydılar. Evlilik süreçleri de Ortodokslarla aynı olmakla birlikte yalnızca onlardan farklı olarak Katolik geleneğinin etkisiyle boşanamamak-taydılar. Zaten sayıca az olan Katolik Rum cemaati Rum Ortodokslarla birlikte azaldı ve 1971 yılında kilise Hakkari’den gelen Katolik Kel-dani cemaatine devredildi.


Balık Pazarı


Sol cephede, Balık Pazarı’na (Sahne Sokak’a) geçişi sağlayan iki pasaj var. Bunlardan bir tanesi bir zamanlar önce kunduracıları, sonra da meyhaneleriyle ünlü olan Krepen (Crespin) Pasajı. Kre-pen Ailesi’nin yaptırdığı pasajın adı cumhuriyetin ilk yıllarında Krizantem Pasajı olarak değiştirildi. Krepen Pasajı günümüzde tamamen farklı bir görünümde Aslıhan Pasajı olarak çoğunlukla sahafları barındırıyor. Hemen yanındaki Avrupa Pasajı ise orijinalliğini koruyor. Pasajın adı Avrupa olsa da, içindeki dükkanların aralarında yer alan aynalardan dolayı Aynalı Pasaj olarak büiniyor. Pasaj, Büyük Beyoğlu Yangım’ndan sonra inşa edüdi. Yangından önce pasajın bulunduğu yerde büyük bir çiçek bahçesi (Jardin des Fleurs) vardı. OsmanlIda ilk sirk gösterisi Louis Soullier tarafından 1856’da bu alanda düzenlenmişti. Daha sonraları Jardin des Fleurs’ün bir bölümünde Bay Bouin’in Hotel Restaurant des Palais des Fleurs’ü hizmete girdi. Biraz sonra göreceğimiz Naum Tiyatrosu’yla beraber bu alan kısa sürede Pera’da tiyatro, gösteri ve konserlerin yapıldığı merkez haline geldi. Beyoğlu yangını tüm binaları yok edince İngüiz tüccar Bay Scribe AvusturyalI mimar Pulcher’e Avrupa Pasajı’m yaptırdı. Açıldığı günlerde sade vatandaşlara hizmet veren pasajda kuaförler, ayakkabıcılar, Jambacılar, ibrişimciler, terzüer ve iplikçiler bulunuyordu. Bir de çiçekçi Sabuncakis’in bir şubesi…


Pasajdan geçerek kalabalık restoranların, meyhanelerin, taze su ürünleri ve balıklarıyla balıkçıların, rengarenk manavların yer aldığı Balık Pazarı’na çıktık. Burası, İstanbul’da -her ne kadar eski günlerdeki kadar zengin olmasa da- birçok balık çeşidini bir arada bulabileceğiniz ender yerlerdendir. İstanbul yüzyıllar boyunca sürekli artan nüfusu ve tarım alanlarının kısıtlı olması dolayısıyla sürekli tüketen bir “gırtlak kent” konumundaydı. Şehrin gereksinim duyduğu et, yağ, tarım ürünleri, meyve ve sebzenin tamamına yakını Anadolu ve Rumeli’den geliyordu. Ancak, balık söz konusu olduğunda İstanbul’un sıkıntı çektiği söylenemez. Adeta her tarafı denizle çevrili şehirde yerleşimin başladığından bu yana balık avlanıyor ve tüketiliyordu.'”


MS 3. yüzyılda Roma İmparatoru Caracalla zamanında Byzanti-on’da (İstanbul) bastırılan paraların üzerinde iki palamut balığı ile aralarmda bir yunusun olduğu kabartma vardır. Tarihçi Strabon da akıntının Khalkedon’dan (Kadıköy) Byzantion’a sürüklediği palamutların Haliç’te elle büe yakalandığını yazar. Hatta bir görüşe göre Haliç’e giren palamut sürülerinin güneş altında parıldayan görüntüsü, buraya “Altın Boynuz” denmesine sebep olmuştur. Deniz, ırmak veya göl kenannda kurulmuş kentlerin hepsi İstanbul kadar şanslı değildir.


domuz eti satıldığı için gayrimüslimler ve yabancılar tarafından rağbet görür. İstanbul’un zengin semtlerindeki aynı adı taşıyan şarküterilerle ilgisi olmayan bu mekanı uzun yıllar Bulgar bir aile işletmiş.


Balık pazarının her daim hareketli ortamı arasından yürüyerek tezgahların arasına gizlenmişçesine duran büyük kapıdan Beyoğlu Surp Yerrortutyun (Üç Horan) Kilisesi’ne girelim.


Üç Horan Gregoryen Ermeni Kilisesi, herhangi bir mimari özelliği bulunmasa da merkezi konumu dolayısıyla Gregoryen Ermeni-lerin başlıca ibadet yerlerinden biri. İstanbul’da 16. yüzyıl başlarından itibaren Galata ve Pera civarında Ermenilerin bulunduğu biliniyor. Zaman içinde İstanbul Ermenileri kalabalık bir cemaat oluşturarak çeşitli işkollarında -özellikle de el sanatlarında- başarılı oldular. 1807 tarihinde yaptırılan ahşap kilise üç yıl sonra yanınca 1838 yılında Garabet Balyan tarafından bugünkü bina yapıldı. Bahçesinde 17. yüzyılda yaşayan (ölümü 1680) patrik Surp Agop’un (asü adıyla Agop Katogikos) mezarı bulunuyor.


Yüzyıllar boyunca Pangaltı’daki Ermeni Mezarlığı’nda yatan Agop’un cenazesi 1939’daki istimlakler sırasında kilisenin bahçesine alındı. Üç Horan Küisesi’nde düzenlenen düğün ve cenaze törenleri oldukça gösterişli oluyor. Bir de Noel ayinleri… Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlar 24 Aralık’ı İsarnm doğum, 6 Ocak’ı ise vaftiz günü olarak kutlarlar. Gregoryen Ermeniler ise 6 Ocak’ı hem doğum hem de vaftiz günü olarak kutlamakta. Noel ve buna benzer özel günlerde kiliselerde çok sesli müzik çalınır. Kilisenin karma korosu da 1926’da Nerses Hüdaverdiyan tarafından kurulmuştur. Kimilerine göre Ermenilerin müziğe yatkın olmasının altında küçüklükten itibaren kilise müzikleri dinlemelerinin, korolarda okumalarının etkisi büyüktür.


İstanbul Şehir Operası, 1960’ta Aydın Gün tarafından kurulduğunda koronun, hatta orkestranın yüzde 70-80’ini Ermeni sanatçılar oluşturuyordu. Ermeni asıllı müzisyenler Türkiye’de her zaman başarılı olmuştur. Asırlık Zildjian Ailesi, el yapımı zilleriyle bir dünya markası olmuşlardır. Onno ve Arto Tunç (Tünçboyacıyan) kardeşler, Norayr Demirci ve Garo Mafyan ise günümüze en yakın birkaç örnek…


 

18 Mart 2016 Cuma

İtalyan İşçi Derneği Ve Garibaldi

Yürüyüşe kaldığımız yerden devam edelim. Deva Çıkmazı’na sokağa girip ilerleyelim. Deva Çıkmazı adını Vasil Anastasiadis’in bir zamanlar bu sokakta bulunan eczanesinden alıyor. Sokağın sonuna doğru hafifçe dalgalanan bir İtalyan bayrağıyla karşılaşıyoruz. Ve bayrağın hemen yanında da bir tabela: İtalyan İşçileri Dayanışma Demeği (Societa Operaia Italiana). İtalyan işçileriyle İstanbul’un ne alakası olabilir ki? İşte öyküsü:


  1. yüzyılın ikinci yansında İtalya’da baş gösteren ekonomik kriz ve işsizlik sonucu binlerce İtalyan, Doğu Akdeniz’in liman kentlerine göç edip çalışmaya başlar. Bu kentlerde şanslannı deneyenler arasında önemli bir grup da inşaat işçi ve ustalandır. İşte bu koşullarda, 1863’te İstanbul’da İtalyan İşçileri Dayanışma Demeği kuruluyor. İtalyanca’sı, La Societa Operia Italiana di Muttuo Soccorsa (kısaca Operaia Italiana) olan demek, işçilerin ortak sorunlanna çözüm bulmak amacı ile oluşturuluyor. Societa denince, akla az önce bahsettiğimiz Giuseppe Garibaldi’nin gelmemesi mümkün mü?

Ünlü İtalyan generali ve vatansever Garibaldi’nin 1862’de Roma’daki yenilgisinin ardından İstanbul’a gelip Linardi Sokak’taki Madam Mancardi’nin pansiyonunda kaldığından söz etmiştik. Garibaldi’nin İstanbul günleri oldukça hareketli geçer. Beraberinde Napolili ve Kırmızı Gömleklilerden oluşan bir grupla İstanbul’a gelen Garibaldi, Societa’nm başkanlığına seçüen ilk kişi olur. 1862 yılındaki doğum gününü Galatasaray’da o dönemin ünlü Naum Tiyatrosu’nda kutlar. Garibaldi’nin talimatıyla Societa, aynı yü Prusya’ya karşı savaşan İtalyan ordusuna 10 bin Frank ve 45 gönüllü gönderir. Tüm bu yaşananların üzerine az önce kilisenin yanında gördüğümüz Garibaldi Restoran adının da tesadüf olmadığı sonucunu çıkarabiliriz…


İtalyan İşçi Birliği’nin tam karşısındaki bina Pinto-Fresko Pasajı, bugünkü halinden çok daha farklı olarak pasaj bir zamanlar İstiklal Caddesi ve Tepebaşı arasmda bir geçit görevi görüyordu. Binanın yerinde bulunan ahşap konağın ilk sahibi Bahriye nazırlarından birisinin bankeri olan Fresko idi. Fresko, konağını Pinto Ailesi’ne sattı. Pintolar ahşap konağı yıktırıp yerine iki caddeyi birleştiren bir apartman yaptırınca binanın adı da Pinto-Fresko Pasajı olarak kaldı. Neo-klasik üslup özellikle binanın Meşrutiyet Caddesi’ne bakan tarafında ve günümüze kadar ulaşan bina içindeki tavan süslemelerinde kendisini gösterir. Giriş kapışırım yanındaki mermere Rumca olarak işlenmiş Kafe Zivopolion yazısı halen durmaktadır.suRjye pxs\)i kyNKU  pxsxjl


Süriye Pasajı Aynalı Şark Pasajı Markız


Tünere doğru yürüyüşümüze devam ediyoruz. Hollanda Elçili Abud Aüesi’ne ait olan bu devasa apartman 1908’de Rum mimar Vasiliadis tarafmdan yapıldı. Kandilli’de de kendi isimlerini taşıyan bir yalıları olan Suriye’den gelme Mehmed ve Ahmed Abud kardeşler ticaret yaparak zengin olmuşlardı. Küçüksu ile Kandilli arasında, bugün de varolan ve Abud Efendi Yalısı diye bilinen yalıları vardır. Abud Kardeşler’in, 1896’da bir et kıtlığı zamanında dört vapur dolusu hayvanı İstanbul’a getirip ucuza satarak karaborsacılara darbe vurdukları anlatılır. Abud Kardeşler, dürüstlüklerinden dolayı hem halk hem de devlet ricali tarafından pek seviliyordu. Kendileri hakkında anlatılan bir hikaye de şöyle: Mehmed Abud Efendi, Meşrutiyet ilan edümeden önce Bosna ile iyi ilişküer kurarak Bosnalı tüccarlara kredi açmıştı. Ancak, aynı yıllarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna’yı işgal edince Abud Efendi’nin borçlan orada kalmıştı. Aradan yıllar geçti ve bir gün Abud Efendi, Mercan’daki ticarethanelerine çok sayıda Boşnak geldiği haberini aldı. Bir de gidip baktığında omuzlarında heybeleriyle kırk-elli Boşnak’la karşılaştı. Boşnak-lar, heybelerini boşalttıklarında ortaya, ölen Boşnakların ödenmesini vasiyet ettiği yüz binlerce altın çıktı.


Bir girişi de Gönül Sokak’tan olan pasajın içinde geçmişte olduğu gibi bugün de ağırlıklı olarak kürkçüler ve deritiler bulunuyor. Mezeleriyle ünlü meyhane Çatı da bu pasajda. Tüm bunların dışmda pasajın esküerinden birisi de Apoyevmatini Gazetesi. Yüzyılın başında İstanbul’da çok sayıda Rumca gazete ve dergi yayımlanıyordu. Bunlardan geriye sadece “akşamlık” anlamına gelen Apoyevmatini kaldı. Gazete 1925 yüında Ligor Yaveridis tarafından kuruldu ve o günden bugüne yayımlanıyor. Bir zamanlar binleri bulan tirajı bugün sadece dört yüz. Pasaja Türkiye’nin en uzun ömürlü Fransızca gazetesi olan İstanbul (Stamboul) da vardı. 1875’ten 1965’e kadar haftada altı gün kesintisiz yayımlanan gazete, Fransızca olmasına rağmen ilk çıktığı yıllarda İngüiz yanlısıydı. Sonradan, Fransız çıkarlarım sa-‘ vunmaya başladı. Tahta sıralı Cine Centrale (Santral Sineması), Balt-:     hasard Şapka Mağazası, Haciras Birahanesi, Sokrat Boyahane ve Temizleme Evi, Terzi Şakir, Peysiz Şapka Evi ve Valery Kitabevi de yine p bu pasajdaydı.Eski adı Timoni olan Gönül Sokak’ın sonundaki Nil Pasajı bu sokağı Aşmalı Mescid Sokağı’na bağlıyordu. Adını bir dönem Nil isimli bir lokantanın burada olmasından alan pasaja 1950 yılında bir kat daha eklendi. Beş yıl sonra da Turing Kurumu ve Macar lokantası Çardaş buraya taşındı. 1950’li yılların İstanbulunda İstanbullulara çigan müziği eşliğinde gulaş ve fırında kaz yeme lüksünü sunan Çardaş, 1960’larda yok oldu gitti. Gönül Sokak’ı geçer geçmez Aynalı Şark Pasajı’na (Passage Orientale) varıyoruz. Uzun süren sessizliğin ardından Aynalı Şark Pasajı yenilenerek geçtiğimiz yıl tekrar açıldı. 19. yüzyılda pasaj, kitapçı Köhler Kardeşler, Mandus Matbaası, kuaför Kristich, terzi Mulieri ve Regis, iplikçi Kalagas ve St. Peters-burg Cafe-Restaurant’a ev sahipliği yapıyordu. Zaman içinde tüm bu mağazalar yok oldu. En son da Markiz Pastanesi…


Markiz’in bulunduğu yerde yüzyılın başlarında, buradan taşınma hikayesinden bahsettiğimiz Lebon vardı. Lebon karşı tarafa taşınınca 1942 yılında bu yeri Avedis Ohanyan Çakır işletmeye başladı. Çakır, Fransa’dan getirdiği Meunier adı verilen çikolata fırınıyla Marquise de Sevigne çikolatalarının kalitesine ulaşmak ve tanıtmak için pastanesine Markiz admı vermişti. “Markiz”, Ortaçağ Avrupa’sında kont ile dük arasında yer alan soylu “marqui”nin eşi anlamında kullanılan Fransızca “marquise” kelimesinden geliyordu. Markiz’in yazısının üzerindeki kraliçe tacı da bu anlatımı doğrular nitelikte…


Markiz’in kendine has bir havası vardı. Duvarlarını Fransız sanatçı J.A. Amoux imzalı ilkbahar (Le printemps) ve sonbahar (L’automne) isimli Art Nouveau fayans panolar süslüyordu. Bu panoları halen görmek mümkün. Kış (L’hiver) panosu ise Paris’ten İstanbul’a gelirken yolda kırılmış. Muhtemelen yaz (L’ete) mevsimini betimleyen pano da zaman içinde aynı kaderi paylaşmış. Bugün bu panoların bir benzeri Kalamış’taki Villa Mon Plaisir Yalısı’nda bulunuyor. Fayans panoların dışmda Mazhar Resmor Beyin yaptığı vitraylar iki savaş arası dönemin Art Deco tarzının İstanbul’daki son örneklerinden. Ayrıca, Leuminier imzalı fınnı, dekoratör İbrahim Sarfiyef in yaptığı camlı pasta vitrinleri üe lambriler, Ermeni usta Cezerliyan’ın yaptığı kar tonpiyer süsleriyle Markiz Pastanesi dönemin sanat ve edebiyat çevresini kendisine çekmeyi başarmıştı. Markiz, İstanbul’daki entelektüel kesimin buluşma noktasıydı. Ünlü edebiyatçılar, şairler, sanatçılar ve fikir adamları Markiz’in ünlenmesinde büyük rol oynadı. Namık Kemal’den Ziya Paşa’ya Orhan Veli Kanık’tan Haldun Taner’e birçok ünlü isim adeta Markiz’le özdeşleşmişti. Uzun edebiyat sohbetleri, güncel konular ve siyasi tartışmalar Markiz’in kendine has havası içerisinde yapılırdı. Ümit Yaşar Oğuzcan, platonik aşkı Ayten’e Markiz’de yazmış…


Önce 6-7 Eylül 1955 olayları, ardından da Beyoğlu’nun 1960’lı ve 70’li yılların bozulan yapısı Markiz’in de sonunu getirdi. Markiz müşterilerine son servisini 1965’te yaptı. Bir ara oto tamircisine çevrilmek istendi ancak Haldun Taner’in girişimleriyle koruma altına alındı ve uzun yıllar süren bir yalnızlığa terk edüdi. Yıllar yılı Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürüyen hemen her İstanbullu, bir kere de olsa Rus Konsolosluğu binasının karşısındaki tozlu camlara şöyle bir başım dayayıp içerisini seyretmiş, Mösyö Michelle’in, Madam Annette’in ve arkadaşlarının arkalıksız kartondan yapılmış maketlerine bakıp eski günleri yad etmiştir. Eski günler geri geldi ve bir zamanlar Beyoğlu’nun seçkin mekanlarından olan Markiz Pastanesi 2003 yılı sonlarında yeniden açıldı, ancak Beyoğlu’nun değişen ortamına ayak uyduramadığından olsa gerek birkaç yıl içinde tekrar kapandı.


 

14 Mart 2016 Pazartesi

Fransız Sokağı Turu

On sekizinci yüzyıla gelindiğinde Batıklar, zayıflayan Osmanlı İmparatorluğundan istedikleri ayrıcalıkları tek tek elde ederlerken koca imparatorluğa baş eğmek düşmüştü. Frenkçe “baş eğmek” anlamına gelen “caputile” sözcüğünden ortaya çıkan kapitülasyonlar dilimize böyle-ce girmiş oldu. Kapitülasyonlar tanınan ticari veya siyasi ayrıcalıklardan ibaret değildi. Batılı devletler kendi mahkemelerini de kurma ve kendi vatandaşlarını bu mahkemelerde yargılama hakkını elde etmişlerdi. Meydanın solundaki küçük bina bir dönem Fransa’nın mahkeme olarak kullandığı Palais de Justice. Biraz dikkatli bakıldığında binadaki ilginçlik, daha doğrusu bir hata dikkatimizi çekiyor.


Binanın üst kısmında sırasıyla “kraliyet”, “adalet” ve “güç” anlamına gelen “Loi”, “Justice”, “Force” sözcüklerinden “Loi” ile “Justice” 1831 yangınının ardından yapılan restorasyon esnasında dikkatsizlik sonucu yanlış simgelerle eşleştirilmiş.


Fransız mahkemesinin yanındaysa bir dönem elçilik binası olan, bugünse konsolosluk rezidansı ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nü barındıran Palais de France’ı (Fransız Sarayı) görüyoruz. Saraydan önce bu geniş arazide Osmanlı astronomu Takiyeddin’in rasathanesi bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar Fransızlarla oldukça iyi ilişkiler kurmuş ve Fransızlara elçilik açma izni vermişlerdi. İşte Kanuni’nin Fransızlara hediye ettiği bu geniş araziye 1581’de Fransız Sarayı yapıldı. Fransızlar yurtdışında ilk elçiliklerini Osmanlı topraklarında açmışlardı.


Fransız Elçiliği, Venedik balyosu ve Ceneviz podestasını saymazsak aynı zamanda Osmanlı topraklarındaki ilk elçilik binasıydı. İlk Fransız elçisi Jean de la Forest’di. Ancak, Fransız Sarayı 1831 yangınında tamamen yandı. Yangının ardından 1839’da Parisli mimar Pierre Leonard Laurecisque tarafından yeniden inşa edilen bugünkü sarayın giriş kapısı Polonya Sokağı’na alındı. Dönemin birçok binasında olduğu gibi Fransız Sarayı’nda da Malta taşı kullanılmıştı. Çünkü bu malzeme hafifti ve üstelik en önemlisi yangına dayanıklıydı. Günümüzde de içi oldukça iyi korunmuş bina, Fransızların gösterişini ve inceliğini ispat eder. Sarayın yapıldığı dönemin Fransız Kralı Louis Philippe’in adının baş harfleri olan “L” ve “P” inisyalleri binanın bahçeye bakan cephesindeki alınlığında görünüyor. Sarayın duvarlarını goblen tablolar, gravürler, fermanlar, kral ve sultan portreleri, salonlannıysa Aubusser halıları, Sevres vazoları, mermer sütun ve heykelcikler süslüyor.


Fransız sefaretinin Beyoğlu’na yerleşmesinden sonra sırasıyla bütün devletler elçüiklerini bu bölgeye taşıdılar. Yüzyıllar boyunca Beyoğlu, diplomasinin kalbi oldu. Osmanlı’mn sona ermesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla yeni başkent olarak Ankara seçildi. Devletler bu güzel bölgeyi bırakıp 1920’lerin Türkiye’sinde bir köy görünümünde olan yeni başkente gitme konusunda çok isteksizdiler. Bu nedenle, bazı Batılı devletler uzun yıllar elçilik binalarını bu bölgede bulundurmaya devam ettiler, ancak daha sonra Beyoğlu’ndaki tüm elçilikler konsolosluğa dönüştü.


Fransız ve İtalyan esintileriyle dolu bu hoş alanı yavaş yavaş geride bırakarak, köşedeki harabe binanın yanındaki sokağa sapıyoruz. Sokağın sonundan sağa dirsek yapar yapmaz sol taraftaki duvarın üzerinde Gül Baha’nın türbesini görüyoruz. Gül Baha’dan ileride bahsedeceğiz. Türbesinden devam ettiğimizde Yeni Çarşı Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu caddenin iki tarafı da geçen yüzyıl başından kalma, kısmen korunmuş evlerle dolu. Bu evler, genellikle Pera’da çalışan, orta sınıf Levanten, gayrimüslim ve Musevilere aitti. Cadde ileride, Boğazkesen Caddesi adını alıyor. Boğazkesen Caddesi’nden aşağıya doğru indiğimizde de, adından da anlaşıldığı gibi boğaz kıyısına, Tophane’ye ulaşabiliriz. Ancak dik yokuştan yukarıya doğru çıkıyoruz ve Nuru-ziya Sokağı’nın girişine ulaşıyoruz. Nuruziya’ya sapmaz da karşıdaki araya girersek Fransız Sokağı’na gidebiliriz. Fransız Sokağı’ndaki Neo-klasik binaların tümü hayatının yirmi yılını İstanbul’da geçirerek Karaköy ve Eminönü Rıhtımları’nı da inşa eden Fransız Marius Michel tarafından yapıldı. Çoğunluğu Sakızlı Rumlar olan sokağın sakinleri arasında; yedi kuşak saray mimarı olan Balyan Ailesi’nin Dolma-bahçe Sarayı’nın kartonpiyerlerini yapmaları için İtalya’dan getirttiği Genevesi Ailesi, Fransız portre ressamı ve ağaç oyma süsleme sanatçısı Albert Mille, ressam Matteo da vardı.


Önce, Cezayir olan sokağın adı adeta hakaret edercesine Fransız Sokağı olarak değiştirildi. Sonra da Beyoğlu’nun kimliğine son derece aykırı, gayet yapay bir sözüm ona kültür-sanat-eğlence ortamı yaratıldı.


 


 

11 Mart 2016 Cuma

Yaşanılası Yerler Florya ve Yeşilköy Gezisi

Atatürk Havaalanı’nın biraz ötesindeki Florya, İstanbul’un en sakin semtlerindendir. Çok sayıda müstakil ahşap evin olduğu Yeşilköy de Florya gibi huzuru tercih edenlerin mekânı. Eski ismi Ayastefanos olan semt, o dönem burada yaşayan ve yeşiline hayran kalan Halid Ziya Uşaklıgil’in önerisiyle bugünkü adına kavuşmuş.


Florya


Bazılarına göre Florya adını, burada bir av köşkü yaptıran Kanuni Sultan Süleyman’ın Başdefterdarı İskender Çelebi’nin doğduğu yer olan Arnavutluktaki Florina’dan almış. Bazı kaynaklar ise Yunanca “Florion”dan geldiğini söylüyor. Florya Marmara Denizi kıyısında uzanan güzel bir kumsala sahip. Deniz kıyısında uzanan güzel bir kumsala sahip, deniz kıyısında birinci sınıf bir kahvaltı ya da güzel bir akşam yemeği yemek isteyenlerin popüler mekânı.


Yemyeşil doğası ve pastel rengi ahşap evleri ile Yeşilköy ise lüks kavramının gösterişten uzak ve zarif olabileceğinin de kanıtı. Gürültülü havaalanına yakınlığına rağmen İstanbul’da yaşanacak en güzel yerlerden biri olarak kabul ediliyor.


Deniz Köşkü


Florya, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Atatürk’ün ilgisini çekmiş. Belediye, Atatürk’e armağan edilmek üzere bir köşk yaptırmaya, bunun için de bir proje yarışması açmaya karar vermiş. Yarışmayı kazanan mimar Seyfi Arkan’ın Avrupa Bauhaus etkisiyle yaptığı ve 1935 senesinde açılan köşkte, farklı zamanlarda toplam 42 gün kalmış Atatürk. Aralarında İngiltere Kralı VIII. Edward ve eşi Mrs. Simpson’ın da olduğu bazı üst düzey konukları burada ağırlayan Atatürk’ün ölümünden sonra cumhurbaşkanları İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürkve Kenan Evren tarafından kullanılmış köşk. Atatürk’ün kaldığı zamanki eşyaları ile bir Atatürk Müzesi’ne (Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri açık) dönüştürülen köşkte daimi bir “Atatürk İstanbul’da” sergisi yer alıyor.


Florya Sosyal Tesisleri


Bu sıradan isme bakıp aldanmayın, gerisinde kafieler, restoranlar, çocuk oyun alanları ve çiçek bahçelerinin yer aldığı harika bir park var. Daha da ötesi, burası misafirlerin ayakkabılarını çıkartarak dolaştığı yarı değerli taşlarla döşenmiş Türkiye’nin ilk Refleksoloji Parkı. Sizi taşıyan ayaklarınıza dinlenme ve masaj şansı verin, taşların üzerinde yürüyün.


Ayastefanos’tan Yeşilköy’e…


Bugünkü Yeşilköy, Bizans döneminde Aya Stefanos olarak adlandırılmış. İlk Hıristiyan şehidi Aziz Stefan’ın kemiklerini taşıyan gemi Roma’ya giderken fırtına nedeniyle burada durmak zorunda kalmış ve küçük balıkçı köyünün adının da belirlenmesine neden olmuş. Haçlıların Latin Ordusu İstanbul’a saldırıyı başlatmak için 1203 senesinde burada karaya çıkmış. Şehrin işgali de bir sene sonra 1204’te gerçekleşmiş.


XIX. yüzyılda tüm köy padişahın hediyesi olarak bir Ermeni aileye, Dadyanlara verilmiş. Kırım Savaşı sırasında burada kalan Fransız askerleri, şehirdeki üç deniz fenerinden birini buraya inşa etmişler. Birçok önemli, tarihi olaya tanıklık etmiş Yeşilköy. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bağımsızlığını ilan eden Bulgarlara yardım için 1876 senesinde Rus ordusu ilçeye girmiş. Sultan II. Abdülhamid barış istemek zorunda kalmış.


Simonoğlu ailesine ait muhteşem bir ahşap konakta imzalanan ve Osmanlı için çok ağır koşullar içeren 1878 Ayastefanos Antlaşması ile yeni Bulgaristan’ın sınırları Tuna Nehri’nden Ege Denizi’ne kadar çizilmiş. Sultan II. Abdülhamid’in Selanik’e sürgüne gönderilme kararı İttihat ve Terakki Cemiyeti Gön Türkler) tarafından 1909 senesinde yine burada alınmış.


93 Harbi (Rumi Takvim’e göre 1293 yılında yapıldığından) olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında batıda Yeşilköy’e kadar ilerleyen Rus ordusu, ölen askerlerinin anısına 1895 senesinde Rus mimarisinin tüm özelliklerini yansıtan, Rus kilisesine ait motiflerle süslü bir anıt yaptırmış.


Yapılma aşamasında Rus ve Osmanlılar arasında büyük çekişmelere neden olan anıt, OsmanlIlar tarafından bir yenilgi simgesi olarak görüldüğü için 14 Kasım 1914’te törenle yıkılmış. Fuat Uzkınay bunu filme çekmiş ve “Ayastefanos‘taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” Türk Sineması’nın ilk filmi olarak tarihteki yerini almış.


Şimdiki Yeşilköy


XIX. yüzyıla ait bir çok güzel, ahşap ev tamir edilip boyanmış, günümüzde çok sayıda dükkana ve akşamları hoşça vakit geçirmenizi sağlayacak bar ite restorana ev sahipliği yapıyor. Cümbüş Sokağı’ndaki St Stephen Katolik Kilisesi’ne uğradığınızda altarının üstünde yer alan Aziz Stefan’ın 34 veya 35 yılında taşlanarak öldürülmesini anlatan tabloyu görmeden ayrılmayın. Köşeyi döndüğünüzde karşınıza çıkacak küçük liman, harika bir Prens Adaları manzarası armağan ediyor misafirlerine. İnci Çiçeği Sokağı’nda Surp istepanos Ermeni Kilisesi, Mirasyedi Sokak’ta da Ayios Stefanos Rum Ortodoks Kilisesi var. Dolayısıyla tüm kiliseler farktı mezheplere alt olmalarına rağmen Aziz Stefan’a ithaf edilmiş.


Yeşilköy Tren İstasyonu ve Semprini Evleri


1871 tarihli istasyonun ziyaretçilerinden biri de 1909 Hareket Ordusu’yla semte gelen Atatürk’tü… İstasyonun en eski yapısı ise dışardan kolayca seçilen su deposu.


İtalyan asıllı Levanten mimar Semprini’nin yaptığı yan yana duran üçevi9oo’lü yılların başında inşa edilmiş. İstanbul’da birçok esere imza atmış olan Semprini’en önemli eserlerinden biri Taksim Tepebaşı’nda bulunan Büyük Londra Oteli’dir.


 

8 Mart 2016 Salı

Yedikule Zindanları ve Civardaki Tarih

Yedikule


İmparator I. Theodosios ziyarete gelen diğer Ülkelerin Kral ve maiyetlerini görkemli bir şekilde karşılamak amacıyla bir zafer takı olarak “Altın Kapı”yı inşa ettirmiş. Daha sonra tahta geçen oğlu, dört kulesi olan arkadaki kaleyi bu kapı ile birleştirmiş. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed’in de üç kule eklemesiyle bugünkü halini alan Yedikule Zindanları Türkiye’nin en eski açık hava müzelerinden biri. Osmanlı döneminde ilk olarak Hazine-i Hümayun (Osmanlı hâzinesinin tutulduğu yer), daha sonraları da hapishane olarak kullanılmış. Padişahın gözünden düşen kişiler burada idam edilip kesik başları girişte yer alan kanlı kuyuya atılırmış. Kapalı-çarşı ile Mısır Çarşısı arasındaki yokuşa adını veren Mahmud Paşa 1474’te burada boğdurulmuş. İmparatorluğun en yenilikçi padişahlarından I olan 17 yaşındaki Sultan Genç Osman da 1622 yılında bir Yeniçeri ayaklanmasında Yedikule’de t öldürülmüş.


Yazılı Kule olarak da bilinen Büyükelçiler Kulesi zindan olarak kullanılan iki kuleden biri. Bu özelliğinden ötürü duvarlarında yabancı ülkelerden gelip de sultanı kızdırdığı için hapse atılmış olan mahkumların yazdıklarını görmeniz mümkün. Bu yazıların arasında Napolyon Savaşları (1803-1815) sırasında mahkum olan ve anılarını yazdığı kitapta toplayan Fransız Francois Pouqueville’inkiler de (1770-1838) var.


Zaman zaman açık hava konserlerinin düzenlendiği Yedikule’nin kale duvarlarından görülen manzara nefesinizi kesecek güzellikte… Kulenin bakımsızlığı ise ne yazık ki içinizi acıtacak.


Altın Kapı (Porta Aurea)


Yedikule surları içinde inşa edilen, Bizanslıların Porta Aurea dediği Altınkapı Via Egnatia’ya geçiş sağlarmış. İlk olarak, 388 yılında İmparator I. Theodosios’un Magnus Maximus karşısında kazandığı zaferin anısına üç bölümlü bir kemer olarak yapılan kapı, 408’de İmparator II. Theodosios tarafından şehri çeviren duvarlarla birleştirilmiş. Heykel ve yazıtlarla süslenmiş olan kapı, ismine uygun şekilde altın kaplıymış. Sadece zafer kazanıldıktan sonra imparator ve generallerinin geçiş yaptığı zamanlarda açılan kapı, diğer zamanlarda kapalı tutulurmuş.


Kapı, son olarak 1261 yılında İmparator VIII. Michael Palaeologos’un geçişiyle imparatorluğun IV. Haçlı Seferi’nden sonra kaybettiği gücünü geri kazanmasını kutlamak için kullanılmış. Altın Kapı ilk restoratör kadınlardan olan Cahide Tamer tarafından restore edilmiş.


Kazlı Çeşme


1453 yılında İstanbul’u kuşatan askerler suya ihtiyaç duydukları bir gün uçan kaz sürüsünü takip ederek suya ulaşmışlar. 1537 yılında Kazlı Çeşme Yedikule’nin biraz dışında hikâyede sözü geçen kazların suyu gösterdiğine inanılan yere yapılmış. Sonraları dericilerin kullandığı bir yer haline gelen bölgede sanayi 1993 yılına kadar devam etti, ardından dericilerin çoğu Tuzla’ya taşındı. XVII. yüzyıl gezi yazarı Evliya Çelebi, anılarında, burada yaşayan insanların deri işlemesinden kaynaklanan berbat kokuya alıştığını ve zamanla kokuyu hissetmediğini yazmış.


Belgrad Kapı


Kanuni Sultan Süleyman’ın 1512 yılında Belgrad’dan alınan savaş esirlerini buraya yerleştirmesi nedeniyle kapı bu adı almış. Duvarların hemen ardında uyku problemi çekenlere yardım ettiğine inanılan Uykulu Muhittin Efendi’ye adanmış bir de türbe var.


İstanbul’un fethi kutlamalarının her yıl 29 Mayıs’ta burada yapılmasına rağmen duvarların restorasyonuna gereken özen maalesef gösterilmemiş, kaba işçilik hemen göze çarpıyor. Renkli törenlerin her ayrıntısını seyretmek istiyorsanız sabah erken saatlerde gelin.


 

3 Mart 2016 Perşembe

Baharatlar Diyarı Mısır Çarşısı

Mısır Çarşısı, içinde bulunduğunuz zamanı unutturup sizi kendi tarihinde dolaştıracak kadar hoş bir atmosfere sahip. İstanbul’un en popüler duraklarından biri olan çarşısı, yanındaki Yeni Cami’nin bir parçası olarak yapılmış.


Yeni Cami (Valide Camii)


1591; Senesinde yapılmış olmasına rağmen Yeni Cami’nin, “Yeni” diye isimlendirilmesi çoğu yabancı turisti şaşırtır; bilmezler ki Anadolu tarihinde 1000 yaş ve üstü olanlar “tarihi”dir, daha gençler ise “yeni”. Burada çok eskiden Venedik ve Amalfi kolonileri varmış.


Cami çalışmaları Safiye Sultan (1550-1605) tarafından başlatıldığında bölgede, “Yahudihane” demlen ahşap apartman bloklarında yaşayan Yahudi nüfus çoğunluktaymış. Yahudiler Hasköy’e taşınmış ama oğlu III. Mehmed’in ölümüyle gücünü yitiren Safiye Sultan’ın yaptırdığı caminin inşaatı da yavaşlamış. Binaları yarım bırakmak bize atalarımızdan miras olsa gerek, cami yapımı yarışma gelmeden durmuş. Ünlü İstanbul yangınlarından nasibini alan yapının inşaatım 1633 yılında, Sultan IV. Mehmed’in annesi Hatice Turhan Sultan üstlenmiş. Mimar Sinan’ın öğrencisi Davud Ağa’nm planını çizdiği cami, 1663 senesinde dönemin Mimarbaşı Mustafa Ağa tarafından orijinal plana sadık kalınarak tamamlanmış.


Yeni Cami Şehzade ve Sultanahmet Camiileri’nin planına benzer. İki minaresi, 66 kubbesi ve ortasında şadırvan bulunan avlusuyla klasik Osmanlı tarzında ve bu büyüklükte yapılan son selatin (sultanlar tarafından yaptırılan) camilerinden biri. Yan cephe revaklarıyla da dikkati çeken caminin özelliklerinden biri minarelerin her birinde üçer şerefe olması. Hoparlörün olmadığı dönemde, yarım düzine müezzinin şerefelere çıkıp aynı anda, aynı makam, aynı üslupla okuduğu ezanın ihtişamım tasavvur etmek ise ziyaretçilere kalıyor.


İstanbul’da deniz kıyısında yapılan ilk büyük cami olan Yeni Cami’nin içi çok zarif bir şekilde dekore edilmiş. Rengarenk vitray camlarla süslü pencereleri, beyaz mermerden yapılmış mimber ve müezzin mahfili, sedef kakmak kürsüsü, duvarları kaplayan çinileri ve pencerelerin sedef kakmak kapaklan muhteşem. Pencere üstlerine Mustafa Çelebi’nin yazdığı ayet ve sureler ise nadide örnekler arasında gösteriliyor.


Caminin arka bölümünde tuğla ve taştan inşa edilmiş Hünkar Kasrı var. Sultana ait bir bölüm olan Hünkar Kasrı padişahın caminin içine direkt girmesini sağlarmış. Kasrın restorasyonu “Europa Nostra” ödülü aldı. Tebrikler. Caminin karşısında, Mısır Çarşısı tarafmda, Hatice Turhan Sultan, oğlu Sultan IV. Mehmet ile padişahlardan II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman ve V. Murad’ın türbeleri; türbelerin tam karşısında da bugün yalnızlığa terkedilmiş muvakkithaneyi göreceksiniz.


Yolun biraz ilerisinde, türbelerle aynı tarafta, XIX. yüzyıl sonlarında çıkan büyük yangında hasar gören, cami külliyesinin bir parçası olan zarif sebil var. Restorasyonuna İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu arkeolog Osman Hamdi Bey’in bizzat katıldığı sebil yakın zamanlarda yeniden restore edildi.


Yeni Cami’nin önünde ziyaretçilerin güvercinleri beslemesi için kuş yemi satan tezgahlar görürsünüz. Aslında başka camilerin önünde de rastlayabileceğiniz bu görüntünün hikayesi Hz. Muhammed’e dayanıyor; düşmanlarından kaçan Hz. Muhammed’in hayatı, sığındığı mağara çıkışının bir örümcek tarafından örülüp, bir güvercinin yuva yapmasıyla kurtulunca, güvercinler hayat boyu şımartılma garantisi almış.


Baharatlar Cenneti Mısır Çarşısı


Galata Köprüsü’nün üssünden Eminönü tarafına doğru baktığınızda kendi küçük ancak görünüşü güçlü, çok kubbeli bir bina hemen fark ettirir kendini Mısır Çarşısı. 1660 yılında yapılan Mısır Çarşısı (yazın, yoğun turist dönemleri haricinde pazar günleri kapalı) adını Uzakdoğu ve Hint mallarının kervanlar ile Mısır’dan getirilmesinden almış. Günümüze ulaşamayan hamamıyla beraber camiye maddi destek sağlamak amacıyla inşa edilen “L” planlı çarşı, biri 150, diğeri 120 metrelik iki koldan oluşuyor. İstanbul’un ikinci büyük kapalı çarşısı ve altı girişi var. Mısır Çarşısı iki ana girişin üstündeki tonozlu bölmelerde yer alan meşhur Pandeli ve daha az bilinen Bab-ı Hayat restoranlarının da dahil olduğu 100 kadar dükkanı barındırıyor bugün.


Eminönü Meydanı’nda bağımsız bir görüntü sergileyen Mısır Çarşısı aktarlarıyla meşhur, bu yüzden yabancılar “Baharat Çarşısı’ da diyorlar. Günümüzde aktarların azaldığı çarşıda bahama lokum, kuruyemiş ve yiyecek maddeleri var ama çok sayıca dükkân Kapalıçarşı’da bulabileceğiniz türden turistik eşya® satmaya başladı. Mısır Çarşısı’ndan dışarıya çıktığınızda karşılaşacağınız dünya içeridekinden çok farklı. Çarşının etrafındaki sokaklarda sebze meyveden, şarküteri ürünlerine, ev hayvan yemlerinden çiçek tohumlarına kadar çok çeşitli ihtiyaçla cevap veren dükkânlar var. Yeni Cami’ye yakın tarafta tohum, fidan ve kafeslerde hayvan satanların olduğu Çiçek Pazarı var. Burada tedavi amacıyla kullanılan sülükleri damacanaların içinde görmek sadece yabana değil yerli turistleri de şaşırtıyor. Unkapanı tarafındaki tezgahlarsa satılan peynir çeşitleri, balık, taze sebze ve meyvelerle çok daha iştah açıcı bir tablo sergiliyor. Çarşı içindeki fiyatlar daha turistik olduğundan size alışverişinizi buradan yapmanızı tavsiye ederiz. Mutfak ve ev eşyası ihtiyacı olanlara ise çarşının tam arkasındaki dükkânlara bakmalarını öneririz. Eminim çarşı kokusu, dokusu ve ruhuyla sizi saracak.


 

2 Mart 2016 Çarşamba

Tahtakale ve Rüstem Paşa Camii Turu

Tahtakale; Bizans’tan Osmanlı’ya, hatta oradan günümüze kadar hep ticareti, iş hayatını ve parayı çağrıştırılmış. Mal canın yongası elbette ama bir de insanın şehrin sesini duyması, anlattıklarını dinlemesi var ki işte o “hayali cihan değer”… Bu düşüncelerle yola çıktım; bir Sinan şaheserini ve ona eşlik eden tarihi yapıları görmeye, hikâyelerini dinlemeye, Tahtakale’ye geldik.


Tahtakale


Tahtakale‘nin labirent benzeri sokaklarını keşfetmek size İstanbul’un eski günlerini hatırlatacak. İnsanların alışveriş sırasında pazarlık ettikleri, pazarlık ederken de ahbaplıklar kurdukları günleri… Bu sokaklarda aradığınız hemen hemen her şeyi bulabilirsiniz; paketleme malzemeleri, çocuk oyuncakları, incik-boncuk, bıçak, baskül, yorgan ve hatta yeni yıl süsleri.


Eski İstanbul’un tarihi merkezlerinden birinde gezerken göreceğiniz kafe ve restoran levhalarının sizi sıradan mekânlara götüreceğini sanmayın. Soluklanmak için oturduğunuz kafelerden birinin bir XV. yüzyıl hamamı olduğunu görüp şaşırabilirsiniz. Tahtakale Hamamı çevre esnafının kullanması için yaptırılmış. İstanbul’un en eski ve en geniş hamamlarından biri olarak kabul edilen bu görkemli yapı 5000 metrekareden büyük bir alana sahip. Zor günler geçirmiş bu tarihi hamam; I. Dünya Savaşı’ndan sonra satılmış, 1980’li yıllarda soğuk hava deposu olarak kullanılmış.


1988’de başlayan ve yaklaşık beş yıl süren restorasyon sırasında yedi yüz kamyon moloz çıkartılmış içinden. Rüstem Paşa Camii’nin yakınında yer alan hamamda kadın ve erkek bölümleri ayrı yapılmış. Bugün bir kafeye ve sıradan dükkânlara ev sahipliği yapıyor. Restorasyonu özensiz olunca ortaya vasat bir yapı çıkmış, geçmişin görkemli izleri silinmiş.


Rüstem Paşa Camii


Rüstem Paşa Camii’ni denizden baktığınızda algılamak yakına geldiğinizde ayırt etmekten çok daha kolay, çünkü Tahtakale’yi çevrele] yen kaosun arasında gömülü kalmış. 1561 yılında Kanuni Sultan 1 Süleyman’ın damadı ve veziri Rüstem Paşa için Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş. Daha önceleri caminin yerinde bulunan Halil Efendi Mescidi çukurda kaldığı için Sinan caminin altına yaptığı dükkânları platform olarak kullanmış ve böylece cami yüksek bir zeminin üstüne oturur hale gelmiş. Aşağıdan merdivenle çıkılarak girilen cami, baştan aşağı İznik çinileriyle kaplı, özellikle lale motifi olanlar Osmanlı çinicilik sanatının en nadide örneklerinden.


Cami büyük ihtimalle yeni kaybettiği kocasının anısına Mihrimah Sultan tarafından yaptırmış. Genellikle camilerin en az iki minareli yapıldığı şehirde tek minareli bu bina oldukça mütevazı bir görüntü veriyor. Dış görünüş yanıltmasın sizi, yapı duvarlarından mihrab ve mimberine kadar her şeyin çinilerle kaplı olduğu muhteşem bir eser. İznik çinilerinin taklit edilemeyen ünlü mercan kırmızısıyla yapılmış lale ve karanfil desenleri olağanüstü. Newsweek dergisi camiyi dünyanın 50 mücevheri üstesine almıştı. 1666 ve 1776 yıllarında çıkan yangınlardan etkilenen ve restorasyonlar geçiren caminin orijinal çinilerinden bazıları ne yazık ki çalınmış.


Damat Rüstem Paşa


Kanuni Sultan Süleyman’a iki farklı dönemde sadrazamlık yapan Rüstem Paşa (1500-1561), Mihrimah Sultan’ia da evlenerek padişahın damadı olmuş. “Damat” lakabını bu yüzden almış. Kayınvalidesi Hurrem Sultan (Rokselana) ve eşiyle birlikte Şehzade Mustafa’nın öldürülmesine sebep olduğu düşünülüyor.


Karşıtlarının kendisini gözden düşürmek için çıkardığı “cüzzamlıdır” dedikodusu yayıldığı sırada üzerinde bit çıktığı için yazılan “Olursa bir kişinin bahtı kavi talihi yar! Kehlesi dahi mahallinde onun işine yarar” (Ballı kişinin üstünde bit çıksa işe yarar) beyi-tinden sonra bir lakabı da “Kehle-i İkbal” olarak kalmış, çünkü o zamanlar cüzzamlı insanlarda bit olmayacağı düşünülürmüş. Yaşadığı dönemde padişahtan sonra en zengin insan olduğuna inanılan Rüstem Paşa, bu muhteşem servetinin bir kısmını Cağaloğiu’ndaki Rüstem Paşa Medresesi ve Karaköy’deki Rüstem Paşa Hanı’nın yapımına harcamış. Şehzade Mehmed için yapılan camide Şehzade Mehmed’in yanına gömülmüş.


Muhteşem Sanatın Dökümü İznik Çinileri


Türkiye’de çinicilik tarihi çok eski ve M.Ö. 7000 yılına kadar uzanıyor. Ancak en değerli olanları XVI. yüzyıldan sonra yapılanlar. 1514 yılında Tebriz’in alınmasıyla birlikte Acem çini ustaları İznik’e taşınmışlar ve çini sanatının gelişmesine katkı sağlamışlar. İznik, lale ve karanfillerde kullanılan ender ve değerli mercan kırmızısının ilk üretildiği yer. XVII. yüzyıldan sonra meşale Kütahya’ya devredilmiş.


Civardaki Hanlar


Rüstem Paşa Külliyesi’nde iki han var: Büyük Çukur Han ve Küçük Çukur Han. Her ikisi ne baharat deposu olarak kullanılıyor. Rüstem Paşa Camii’nin yakınında iki han daha var. Yuvarlak kemerleri V. yüzyıldan kalma gibi duran Balkapanı Han muhtemelen İstanbul’daki hanların en eskisi. Yakınlarındaki Hur-malı Han göreceli olarak daha yeni ve Bizans döneminden kalma tuğla tonozlara sahip.


Zindan Han


Eminönü’nde, Haliç teknelerinin yanaştığı yerin yakınında, sahilde bulunan Zindan Han, XIX. yüzyılda batı mimari tarzında inşa edilen en büyük üçüncü han. Bina restore edildi ve günümüzde Haliç manzaralı Storks Restaurant’a ev sahipliği yapıyor.


Hanın hemen yanındaki dikdörtgen planlı Cafer Baba Kulesi, Haliç’teki surlardan günümüze bozulmadan ulaşabilen tek Bizans kulesidir. İçinde IX. yüzyılda Abbasilerin yöneticisi Harun El-Reşid’in elçisi olarak İstanbul’ gelmiş ve kuleye hapsedilmiş olan Cafer Baha’nın türbesi var. Binanın bodrumumdaki türbesi XVII. yüzyıl gezgini Evliya Çelebi’nin de belirttiği gibi, özellikle eski mahkûmlar tarafından ziyaret edilen kutsal bir yer haline gelmiş. Yanında yatan Ali Baba, Cafer Baha’nın İslâmî seçen gardiyanıymış.


Hemen yandaki küçük Ahi Çelebi Camii, 1523 yılında Mekke’den yaşadığı yere dönerken buradan geçen bir hekim için inşa edilmiş. Evliya Çelebi, seyahatlerine bu camide uyuyakalıp rüyasında Hz. Muhammed’den “şefahat”yerine yanlışlıkla “seyahat” istemesiyle başlamış. Cami,i98o’li yıllardaki Haliç çevre düzenleme çalışmalarından 1539 ve 1653 yıllarında çıkan yangınların ve 1894 depreminin verdiği ağır hasarlara eş bir zarar görmüş. Neyse ki 2009’da bütünüyle restorasyondan geçti.


 

1 Mart 2016 Salı

Cibali ve Haliç Surlarına Bir Bakış

Cibali bugün, Kadir Has Üniversitesi olan eski sigara fabrikası ve Rezan Has’ın adını taşıyan küçük müze ile hayata yeniden dönmüş. Şehri, Haliç tarafından istilaya gelen düşman saldırılarından korumak için yapılan surların çevrelediği semt bir zamanlar Bizans kilisesi olan muhteşem Gül Camii’ne ev sahipliği yapıyor.


Cibali karakoluyla ünlü ama yangınlarıyla daha da ünlü. Eskiden devlet binaları yangından korunmaları ve kaba olmaları için taştan yaptırılırmış, evler ise ahşaptan. Bu yüzden Cibali’de yangın çıktığında evden eve geçip Yenikapı’ya kadar kolayca ulaşırmış. Haliç’in güney kıyısında Atatürk Köprüsü ve Fener arasında kalan bu orta halli ama renkli semt, bir zamanlar tütün fabrikasına ev sahipliği yaptığından hala tütün saran kadınları getirir akıllara.


Cibali adını, 1453’te İstanbul’un Fethi sırasında sahil surlarım geçen Osmanlı askerinin adından, Cebe Ali’den almış. Geçmiş zamanda zengin, kozmopolit bir semt olan ve meyhaneleri ünlü Cibali’de genellikle Rumlar ve Yahudiler yaşarmış. XVIII. yüzyılın ortalarında Müslümanların gelmeye başlamasıyla camiler ve derviş tekkeleri de inşa edilmiş. O zamanlar pek çok paşa evini buraya taşımış. Cibali teknelerin izolasyonunda kullanılan zift gibi malzemelerin depolandığı yer olmuş, bunların çok yama olması sebebiyle şehirdeki birçok yangın burada başlamış. Adı kötüye çıkmış, dile düşmüş bir kere.


Hemen bitişiğindeki bölge, Küçükmustafapaşa ismini muhtemelen Sadrazam Bozoklu Küçük Mustafa Paşa’dan almış. İşin komik tarafı Küçükmustafapaşa Kocamustafapaşa (Samatya) otobüsü var!


İstanbul’da Yangın Var!


hşap binaların gittikçe azaldığı günümüz İstanbul’unda bir yangının nasıl bu kadar çabuk yayılabileceği ve büyük bir tehlike arz edebileceğini anlayabilmek hayli zor. Belgeler bize birçok binanın defalarca yandığını ve her seferinde yeniden yapıldığını gösteriyor.


İstanbul’u yangından koruyabilmek için Galata Kulesi ve Beyazıt Kulesi’nin de dâhil olduğu pek çok yangın gözetleme kulesi yapılmış. Kulelerde yaşayan görevliler bir yangın anında kuleye kırmızı bayrak asarak uyarırmış tulumbacıları. Tulumbacıların görevleri kelimenin tam anlamıyla “yangının üstüne gitmek” ve söndürmekmiş. Böylesi kelle koltukta yaşayan, ele avuca sığmaz civanların idaresi ayrı bir maharet istermiş. 1633 Yangını’nından sonra IV. Murad içki ve tütün kullanımını yasaklamış. En kötü yangınlardan biri olan 1870 Pera Yangını 900 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin evsiz kalmasına neden olmuş. Edmondo di Amicis XIX. yüzyılda “Constantinople” adlı eserinde, bir cariyenin padişaha yangını haber vermek için kırmızılar giyerek huzura çıktığını naklediyor. İrfan Orga da “Bir Türk Ailesinin Portresi” isimli kitabında yangında evini kaybeden kendi ailesini anlatıyor.


Atatürk Köprüsü


Orhan Kemal’in de yaşadığı semt olan Cibali, 1940 yılında yapılan ve yoğun bir trafiği olan Atatürk Köprüsü’nün güney tarafında bulunuyor. Yanındaki Unkapanı, ismini “Odun Kapısı”nın bir şekilde kısalarak günümüze ulaşmasından almış. Bir diğer ihtimal ise un sözcüğünün burada gemilerden boşaltılan una ithafen verilmiş olduğu, “kapan” kısmının ise baskül anlamındaki “kappan” ya da depo anlamındaki “kapan” kelimelerinin birinden türemiş olabileceği şeklinde. Hatta bazı kaynaklar adını buradaki Beylik Un Değirmeni’nden aldığını söylüyor. Unkapanı aynı zamanda Evliya Çelebi’nin doğduğu yer.


Cibali Tütün Fabrikası


Bir zamanlar Cibali Tütün Fabrikası olan yerde şimdi Kadir Has üniversitesi var. Atatürk Köprüsü’nü geçtikten hemen sonra sağda görülen bu dev bina 1884 yılında yapılmış ve önce tütün depolamak için kullanılmış. Daha sonraları sigara yapımının da başladığı işletmede aynı ailelere mensup kişilerin kuşaklar boyu çalışması ilginç bir sosyalleşmeyi de beraberinde getirmiş. Fabrika üretiminin doruğunda olduğu dönemlerde karakolu, hastanesi, kreşi, dükkanları ve restoranlarıyla küçük bir kasaba görünümündeymiş. 1925 yılında kamulaştırılan işletmenin faaliyetlerine 1995’te son verilmiş.


Fabrika Coca-Cola markasını Türkiye’ye getiren sanayici Kadir Has tarafından 1998-2002 yılları arasında modern bir üniversite kampüsüne dönüştürüldü. Buraya gelen bazı ziyaretçilerin binadan çıkarken aklına “Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi…” şarkısının sözleri geliyor, eski günleri yad edercesine. Binanın içindeki Rezan Has Müzesinde (hergün açık) sanat ve tarih eserleri sergileri yapılıyor.


Neolitik çağdan Selçuklulara kadar olan daimi koleksiyona, Kararttık Çeşme olarak bilinen XI. yüzyıl Bizans sarma ve XVII. yüzyıl Osmanlı hamamı ev sahipliği yapıyor. Müzeye doğru giderken duvarları süsleyen, fabrikanın altın çağlarını gösteren resimlere göz atmayı unutmayın. Buraya gediğinizde tarihin üç katmanında, XI. yüzyıl sarnıcı, XVII. yüzyıl hamamı ve XIX. yüzyıl tütün deposunda dolaştığınızı biliyor olmak bile insana ayrı bir heyecan veriyor.


Üniversite binasının hemen arkasındaki türbe, XVI. yüzyılda İstanbul’a gelen Nakşibendi Şeyhi Emir


Ahmed Buhari’ye ait. Bina tüm zarafetiyle günümüze gayet iyi durumda ulaşmış. Yol boyunca ilerlediğinizde XVIII. yüzyıl sonlarına doğru yapılan ve kökleri Kuzey Afrika’ya uzanan bir tarikata ev sahipliği yapan Şazeli Camii’ne rastlarsınız. Cami, İstanbul’daki pek çok kahvehanenin koruyucusu olduğu İçin saygı gören Ali Şazeli tarafından yaptırılmış. Aynı tarikatın Beşiktaş’taki Ertuğrul Tekkesi ise sıra dışı bir mimariye sahiptir.


Gül Camii (Ayia Theodosia Kilisesi)


Üç apsisi olan bu heybetli Bizans kilisesi Şair Nebi Sokak’ta bulunuyor. Muhtemelen IX. veya X. yüzyılda yapılmış, 1490’larda camiye dönüştürülmüş. Adının “Göl Camii” olmasının ilginç bir hikayesi var; Azize Theodora’nın isim günü olan 29 Mayıs i453’te büyük bir kalabalık toplanmış ve güllerle süsledikleri kilisede Türklerin istilasından korunmak için dua etmeye başlamışlar. İstanbul’un fethi tamamlandığında askerler içeri girip gülleri görünce şaşkınlığa düşmüş.


İsim konusunda bir başka rivayet Gül Baba adındaki evliyanın burada gömülmüş olabileceği yönünde. Bazıları da şehir surlarını savunurken öldüğü söylenen ama cesedi bulunamayan son Bizans İmparatoru XI. Konstantin Dragases’in burada gömülü olduğunu söylüyor. Girişin üstünde kim tarafından yazıldığı belli olmayan Osmanlıca bir kitabede “İsa’nın Havarisinin türbesidir. Huzur içinde yatsın” yazılması da kafaları iyice karıştırıyor.


Kilisenin altında Bizans İmparatorluğunun en saygın kişilerine ait olan birde mahzen mezar bulunuyor, .küsenin karşısında Adile Sultan tarafından sıbyan mektebi olarak inşa ettirilen bir kütüphane var. Divan şairi ve bir hayırsever olarak bilinen Adile Sultan’ın Anadolu yakasındaki sarayı, vasiyeti üzerine Kandilli Kız i Lisesi olmuş.


Ayios Nikolaos Kilisesi (Aya Nikola)


Ana cadde üzerindeki kilise, denizcilerin koruyucusu olan Aya Nikola’ya adanmış. Bizans zamanında yapılmış eski bir kilisenin yerine 1837 yılında inşa edilmiş. İçinde seferlerden sağ salim dönen denizcilerin şükranlarını göstermek için astıkları gemi modellerini görebilirsiniz. Kilise, Yunanistan’ın Athos Dağı’ndaki Vatopedi Manastırı’na bağlı. Dış surlardaki bir yazıta göre burada çıkan şifalı sular Aziz Haralambos’a adanmış.


Küçük Mustafa Paşa Hamamı


Cibali’nin arka sokaklarında, Gül Camii’nin yakınında ve Kömür Lokantasının hemen karşısında bulunan bu büyük ve güzel hamam maalesef bugün harap durumda. Bozoklu Mustafa Paşa’nın yaptırdığı hamam, şehirdeki en eski hamamlardan biri olma özelliğini taşıyor. Yıllardır kapalı, kubbelerindeki kurşunlar çalınmış. İçine girdiğimizde böylesi güzel bir binanın kaderine terk edilmesinden dolayı çok üzüldük.


Haliç Surları


İstanbul’da “sur” deyince alda ilk gelen kara surları dışında, deniz kenarına yapılan sahil surları da var. En etkileyici kısım Mermerkule’den başlayıp Sarayburnu’na, Boğaz’ın girişine kadar geliyor. Bunlar şehri Marmara Denizi’nden gelip istila etmek isteyenlere karşı koruma amaçlı yapılmış. Antik çağlarda Propontis, zaman zaman da Propontine Surları diye geçmiş. Surlarda teknelerin limanların içine girmesine olanak sağlayan kapılar da yapılmış.


Surların bazı kısımları XIX. yüzyılda tren yolunun yapılmasıyla yıkılmış ama geriye kalanlar hala geçmişle ilgili ipucu vermeye yetiyor. İstanbul’u saldırılardan koruyan ve Haliç’teki yerleşimlere düşmanların girmesini engelleyen surların bir kısmı hala kıyıya paralel olan yol boyunca görülebilir, özellikle Proportine Surları ile kıyaslandığında oldukça bakımsız olan surlar, daha sonraki dönemlerde yapılmış olan binalara temel oluşturmuş ya da yol çalışmalarından ötürü tamamı ile yıkılmış.


İlk surlar muhtemelen Septimius Severus tarafından II. yüzyılda yapılmış ve Büyük Konstantln tarafından IV. yüzyılda, II. Theodosios tarafından da V. yüzyılda tekrar inşa edilmiş. Kara surlarından daha alçak olan deniz surlarının, daha dayanıksız olduğu 1204 yılındaki IV.Haçlı Seferi sırasında kanıtlanmış.