19 Mart 2016 Cumartesi

İstanbul’un Zengin Etniklerinden Bir Derleme ve Balık Pazarı’nda Tarihi Tur

Konsolosluk binasından sağa doğru döneceğiz. Ancak sol tarafta, Tarlabaşı’na doğru inen Hamalbaşı Caddesi üzerinde ilginç bir yapı var. Burası, Katolik Rum cemaatinin kutsal üçlü anlamına gelen küi-sesi Ayias Trias. Kilise 19. yüzyılın ikinci yansında banker Corpi’nin bağışladığı arazi üzerine yapıldı. Küise bünyesinde Odigitria adlı bir de okul vardı. Yüzyıllar boyunca etkinlik gösteren Katolik misyonerler Doğu’da yaşayan farklı inançlardaki toplumları Katolik yapmayı başanyorlardı. Misyonerler, Anadolu’da en çok Ermenüer arasında başarılı olmuşlardı. Rumlar’m Katolik olmasının hikayesi daha farklı: 13. yüzyıldan başlayarak Ege Adaları’na, özellikle de Sakız’a yerleşen Cenova ve Venedikli tüccarlar adalarda kuşaklar boyu kalmışlardı. Bu süre içerisinde de adaların yerel halkı olan Rumlar üe evilik-ler yapmışlar ve Rumlaşmışlardı. Sonuç olarak kuşaklar boyu İtalyan adı taşıyan ancak ana dil olarak Frankiotiki’yi* benimseyen Katolik bir halk doğdu. Bu halk, ashnda ne Rum ne de İtalyan’dı. AvrupalIlar tarafından Levanten veya Frenk, Osmanlılar tarafından ise Adalılar diye adlandırılan bu, grubun üyelerinin büyük bir kısmı 15. yüzyıldan sonra İstanbul’a göçtü. İşte bu cemaatin İstanbul’daki Rumlarla da kaynaşmasıyla oluşan Katolik Rum cemaati ilk olarak İstanbul’da ortaya çıktı. Cemaatin oluşumu 1850’lerde Ioannis Marangos adlı bir papazla başlar. Katolik Rumlar, Bizans’tan gelen ayin usulünü uygulapıaya devam ettiler.


İnanç, ibadet ve kutsal günlerde Ortodokslardan bir farklın bulunmamaktaydı. Ancak dini hiyerarşide en üst kişi olarak patrikliklerini değil, Papa’yı tanımakta, ayin sonunda da onun adını anmaktaydılar. Evlilik süreçleri de Ortodokslarla aynı olmakla birlikte yalnızca onlardan farklı olarak Katolik geleneğinin etkisiyle boşanamamak-taydılar. Zaten sayıca az olan Katolik Rum cemaati Rum Ortodokslarla birlikte azaldı ve 1971 yılında kilise Hakkari’den gelen Katolik Kel-dani cemaatine devredildi.


Balık Pazarı


Sol cephede, Balık Pazarı’na (Sahne Sokak’a) geçişi sağlayan iki pasaj var. Bunlardan bir tanesi bir zamanlar önce kunduracıları, sonra da meyhaneleriyle ünlü olan Krepen (Crespin) Pasajı. Kre-pen Ailesi’nin yaptırdığı pasajın adı cumhuriyetin ilk yıllarında Krizantem Pasajı olarak değiştirildi. Krepen Pasajı günümüzde tamamen farklı bir görünümde Aslıhan Pasajı olarak çoğunlukla sahafları barındırıyor. Hemen yanındaki Avrupa Pasajı ise orijinalliğini koruyor. Pasajın adı Avrupa olsa da, içindeki dükkanların aralarında yer alan aynalardan dolayı Aynalı Pasaj olarak büiniyor. Pasaj, Büyük Beyoğlu Yangım’ndan sonra inşa edüdi. Yangından önce pasajın bulunduğu yerde büyük bir çiçek bahçesi (Jardin des Fleurs) vardı. OsmanlIda ilk sirk gösterisi Louis Soullier tarafından 1856’da bu alanda düzenlenmişti. Daha sonraları Jardin des Fleurs’ün bir bölümünde Bay Bouin’in Hotel Restaurant des Palais des Fleurs’ü hizmete girdi. Biraz sonra göreceğimiz Naum Tiyatrosu’yla beraber bu alan kısa sürede Pera’da tiyatro, gösteri ve konserlerin yapıldığı merkez haline geldi. Beyoğlu yangını tüm binaları yok edince İngüiz tüccar Bay Scribe AvusturyalI mimar Pulcher’e Avrupa Pasajı’m yaptırdı. Açıldığı günlerde sade vatandaşlara hizmet veren pasajda kuaförler, ayakkabıcılar, Jambacılar, ibrişimciler, terzüer ve iplikçiler bulunuyordu. Bir de çiçekçi Sabuncakis’in bir şubesi…


Pasajdan geçerek kalabalık restoranların, meyhanelerin, taze su ürünleri ve balıklarıyla balıkçıların, rengarenk manavların yer aldığı Balık Pazarı’na çıktık. Burası, İstanbul’da -her ne kadar eski günlerdeki kadar zengin olmasa da- birçok balık çeşidini bir arada bulabileceğiniz ender yerlerdendir. İstanbul yüzyıllar boyunca sürekli artan nüfusu ve tarım alanlarının kısıtlı olması dolayısıyla sürekli tüketen bir “gırtlak kent” konumundaydı. Şehrin gereksinim duyduğu et, yağ, tarım ürünleri, meyve ve sebzenin tamamına yakını Anadolu ve Rumeli’den geliyordu. Ancak, balık söz konusu olduğunda İstanbul’un sıkıntı çektiği söylenemez. Adeta her tarafı denizle çevrili şehirde yerleşimin başladığından bu yana balık avlanıyor ve tüketiliyordu.'”


MS 3. yüzyılda Roma İmparatoru Caracalla zamanında Byzanti-on’da (İstanbul) bastırılan paraların üzerinde iki palamut balığı ile aralarmda bir yunusun olduğu kabartma vardır. Tarihçi Strabon da akıntının Khalkedon’dan (Kadıköy) Byzantion’a sürüklediği palamutların Haliç’te elle büe yakalandığını yazar. Hatta bir görüşe göre Haliç’e giren palamut sürülerinin güneş altında parıldayan görüntüsü, buraya “Altın Boynuz” denmesine sebep olmuştur. Deniz, ırmak veya göl kenannda kurulmuş kentlerin hepsi İstanbul kadar şanslı değildir.


domuz eti satıldığı için gayrimüslimler ve yabancılar tarafından rağbet görür. İstanbul’un zengin semtlerindeki aynı adı taşıyan şarküterilerle ilgisi olmayan bu mekanı uzun yıllar Bulgar bir aile işletmiş.


Balık pazarının her daim hareketli ortamı arasından yürüyerek tezgahların arasına gizlenmişçesine duran büyük kapıdan Beyoğlu Surp Yerrortutyun (Üç Horan) Kilisesi’ne girelim.


Üç Horan Gregoryen Ermeni Kilisesi, herhangi bir mimari özelliği bulunmasa da merkezi konumu dolayısıyla Gregoryen Ermeni-lerin başlıca ibadet yerlerinden biri. İstanbul’da 16. yüzyıl başlarından itibaren Galata ve Pera civarında Ermenilerin bulunduğu biliniyor. Zaman içinde İstanbul Ermenileri kalabalık bir cemaat oluşturarak çeşitli işkollarında -özellikle de el sanatlarında- başarılı oldular. 1807 tarihinde yaptırılan ahşap kilise üç yıl sonra yanınca 1838 yılında Garabet Balyan tarafından bugünkü bina yapıldı. Bahçesinde 17. yüzyılda yaşayan (ölümü 1680) patrik Surp Agop’un (asü adıyla Agop Katogikos) mezarı bulunuyor.


Yüzyıllar boyunca Pangaltı’daki Ermeni Mezarlığı’nda yatan Agop’un cenazesi 1939’daki istimlakler sırasında kilisenin bahçesine alındı. Üç Horan Küisesi’nde düzenlenen düğün ve cenaze törenleri oldukça gösterişli oluyor. Bir de Noel ayinleri… Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlar 24 Aralık’ı İsarnm doğum, 6 Ocak’ı ise vaftiz günü olarak kutlarlar. Gregoryen Ermeniler ise 6 Ocak’ı hem doğum hem de vaftiz günü olarak kutlamakta. Noel ve buna benzer özel günlerde kiliselerde çok sesli müzik çalınır. Kilisenin karma korosu da 1926’da Nerses Hüdaverdiyan tarafından kurulmuştur. Kimilerine göre Ermenilerin müziğe yatkın olmasının altında küçüklükten itibaren kilise müzikleri dinlemelerinin, korolarda okumalarının etkisi büyüktür.


İstanbul Şehir Operası, 1960’ta Aydın Gün tarafından kurulduğunda koronun, hatta orkestranın yüzde 70-80’ini Ermeni sanatçılar oluşturuyordu. Ermeni asıllı müzisyenler Türkiye’de her zaman başarılı olmuştur. Asırlık Zildjian Ailesi, el yapımı zilleriyle bir dünya markası olmuşlardır. Onno ve Arto Tunç (Tünçboyacıyan) kardeşler, Norayr Demirci ve Garo Mafyan ise günümüze en yakın birkaç örnek…


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.