22 Temmuz 2016 Cuma

Türkiye'de Gezilecek Yerlerden

Gezilecek Görülecek Yerler


Türkiye’nin en genç illerinden birisi olmasına karşın Osmaniye’de Hitit, Asur, Pers, Roma, Bizans; İslam döneminin Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı izleri çok açık olarak görülür. Günümüzdeki Osmaniye yaşamının her alanında buram buram Yörük kültürü de tüter.


İl olma hakkını aldıktan sonra şehir, kendisini Adanalılıktan kurtarıp, özgün bir bir kimlik oluşturma sürecini yaşıyor. Bu nedenle, (Asati vatas) KaratepeAslantaş Açık Hava Müzesi, Roma dönemi eseri Kutsal Kastabala (Hierepo lis) Ören Yeri, antik dönemde Çukurova’yı İskenderun’a bağlayan yolu denetleyen Toprak kale. Kadirli yolu üzerinden Ceyhan Nehri’ni kontrol eden Hemite (Amuda) Kalesi ile Değir mendere Kalesi, Haruniye ilçesindeki Abbasi Halifesi Harun Reşit’in uç beyi Faraç Bey tarafından yaptırılan Harun Reşit Kalesi, Sumbas ilçesindeki Çem Kalesi, Çardak Kalesi, Hasanbey li ilçesindeki Kalecik Kalesi, Roma, Bizans ve Türk kültürünü birarada yaşatan Kadirli’deki Alacami, Bahçe ilçesindeki Anadolu Selçuklularından kalma Ağca Bey Cami; Osmaniye’nin kültür ve tarih turizminin geleceğidir. Osmaniye, Doğu Akdeniz’in, Anadolu yaylasına açılan kapısı olması nedeniyle de önemli. Çünkü bu coğrafi konumu ona kültürel kavşak olma özelliği vermiş.


Osmaniye Akdeniz sahilleri ile de önemli. İnce kumlu, sığ denizli, göza labildiğince uzanan, Doğu Akdeniz’in Riviera’sı olmaya aday Burnaz Plajı, şehrin deniz, güneş ve kum turizminin geleceğini şimdiden çizer gibi. Zaman zaman geçit vermez Ceyhan, Savrun, Sumbus, Hamus, Kesiksuyu, Karaçay, Sabun Nehirleri, bu nehirler üzerinde kurulan Aslantaş, Berke, Kesiksuyu ve Kalecik Barajları; Amanos Dağları üzerindeki Zorkun Yaylası, Toroslar’da ki Akçadağ ile Elmacık Yaylası, Düziçi’ndeki Düldül Dağı; şehrin geleceğini şekillendirecek doğa ve yayla turizminin kilometre taşlarıdır. Orman içindeki Haruniye, Kadirli’deki Kokar, Andırın yolu üzerindeki Sarıdanışmanlı kaplıcaları; Bahçe ilçesindeki Uyuzluk Şifalı Suyu ile Osmaniye sağlık turizminin gelişeceği doğal kaynaklara da sahip.


Misk Kokulu Sabunlar


“Sabun Edirne’de elma, portakal, limon, çilek olmuş!..”


 Sabunun tarihi çok eskilere dayanır. Vücut temizliğinin ve keyifli bir banyonun gereklerinden olan sabunla ilgili yapım tekniklerinden söz eden ve M.Ö. 3 binli yıllara tarihlenen Asur tabletleri bilinmekte. Tarihi kaynaklarda antik Çin ve Mısır uygarlıklarında sabun ve benzeri temizlik ürünlerinin bilindiği, Anadolu’daki tarihi Roma hamamlarında sabunun kullanıldığı aktarılmakta. Günümüzde tüketilen sabunların büyük çoğunluğu fabrikalarda, seri üretimle üretilmiş sabunlar. Fakat yer yer Ege’nin zeytinyağlı, Antakya’nın defne yağlı, Siirt’in bitim sabunu gibi el yapımı sabunlar da kullanılıyor.


Edirne’de ise sabun çiçek açıp, meyveye dönüşüyor…


Edirne meyveli sabunlarının tarihi, Osmanlı dönemine, 17’in yüzyılın başlarına dayanıyor. Güzel kokusu ve göze hoş gelen meyve görünümleriyle Osmanlı Sarayı’na kadar giriyor Edirne sabunları. Özellikle sultan kızları, cariyeler ve diğer saray kadınları misk kokulu meyve sabunlarını çeyizlerinde görmek için yarışıyorlar. Saray tarafından tercih edilip kullanılmaları onu daha da aranan, talep gören bir ürün yapar ve bu gelenek günümüze değin yaşar eski Osmanlı başkentinde. Edirne’nin eski mahallelerinden birinin Sabuni adını taşıyor olması kentin bu geleneksel değerine bir vefa borcu olsa gerek.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Dağdaki Efes; Şirince

Selçuk’a sekiz kilometre uzaklıkta, dağların eteklerinde kurulu küçücük bir köy Şirince. Küçüklüğüne tezat oluştururcasına ünlü olan bu köy, özellikle bahar ve yaz aylarında binlerce kişinin uğrak yerleri arasında bulunuyor. Turistlerin kilometrelerce yol kat edip buraya gelmelerinin iki sebebi var; köyün mimari yapısı ve şarapları. Şirince, tarihi, mimarisi ve doğal güzelliklerinin yanı sıra “içinde şarap üretilen tek Türk köyü” olması nedeniyle son derece ilgi çekici. Aslında eski bir Rum köyü olan Şirince, kiliseleriyle geçmişin izlerini yansıtıyor. Köyün içinde iki kilise, geçen yıllara meydan okurcasına varlığını sürdürmeye çalışırken, çevresinde 42 adet kilise ve manastır kalıntısının bulunması köyün ne kadar köklü bir tarihe sahip olduğunu gösteriyor. Zaten bu kalıntılardan dolayı, “Dağdaki Efes” adı da verilmiş Şirince’ye.


Dağların eteğinde, bir çanak içine kurulmuş bu şirin köyün tarihine ilişkin rivayet muhtelif. Bir görüşe göre MS 5. yüzyıla dayanıyor kuruluş tarihi. Köyün dağlık ve savunmaya elverişli olması, düşman tehlikesinden korunmak isteyenlerin bu yöreyi tercih etmelerinde en önemli neden olmuş. Ayrıca, Efes halkının sıtma hastalığından kaçmak için buraya sığındığı; yörenin suyu bol, toprağı bereketli ve havası güzel bir yer olması nedeniyle de çekim merkezi haline geldiği de söylenceler arasında.


Şirinceliler ise köylerinin kuruluşlarını bambaşka bir hikâyeye dayandırır. Onlara göre köyün kuruluşu, Beylikler dönemine rastlar. Efes’te yaşayan beylerin yanında çalışan köylülerden kırk kişilik bir grup azat edilir ve kendilerine bir yer bulup yerleşmeleri istenir. Köylüler bugünkü Şirince’nin kendilerine verilmesini isterler. Beyin “Yerleşeceğiniz yer güzel mi?” diye sorması karşısında, doğruyu söylerlerse bu topraklara sahip olamayacaklarını düşünen köylüler “Çirkince” yanıtını verirler. Bey de “Öyleyse köyünüzün adı Çirkince olsun” der ve azat edilen köylüler tarafından bugünkü Çirkince kurulur. 1930’larda zamanın İzmir Valisi Kazım Dirik Paşa’nın emriyle köyün ismi Şirince’ye çevrilir.


Şirince özellikleri sıralamakla bitmeyen bir köy. Şarabın bu köy için ayrı bir değeri var. Çevresinde bulunan bağlar nedeniyle, 1996 yılına kadar köy halkı evlerinde yaptığı şarabı gelen konuklarına satabilirken, çıkan bir kanunla şarap yapımı fabrikaya devredilse bile, köylüler için şarap, gelir kaynaklarını oluşturan en büyük unsur. Köyün her yerinde bir şarap evine rastlamak mümkün. Sohbet etmeyi seven esnaf ziyaretçilere, küçük bardaklar eşliğinde çeşit çeşit şarap sunar. O kadar çok çeşit var ki, karar vermek zorlaşır. Elma, kayısı, böğürtlen, şeftali, nar ve kavun şarapları bu çeşitliliğin içinde ilk akla gelenler. Mimarisi, tarihi ve doğal güzellikleri, nevi şahsına münhasır halkı ve tabii şaraplarıyla herkesin gidip görmesi gereken bir yeryüzü cenneti Şirince.


Her yerinde tarihin izlerini taşımaktan duyduğu gururu dini, dili, milleti ne olursa olsun tüm dünya vatandaşlarıyla paylaşan Selçuk, binlerce yıldır sessiz sedasız üzerinde taşıdığı mirası geleceğe taşıyor. Siz de bu mirası görmek üzere Selçuk’a gittiğinizde, günümüzün modem dünyasından soyutlandığınızı ve zaman tünelinde bir yolculuk yaptığınızı hissedebilirsiniz. Gözleriniz aracılığıyla beyninize ve yüreğinize yaşattığınız büyük keyfi midenize de yaşatmak istiyorsanız, Selçuk’un o ünlü çöp şişlerinden tatmanızı ve Şirince’de “Şevketi Bostan” yemenizi özellikle tavsiye ederiz. Efes’te, Şirince’de, Meryem Ana Evinde gördüklerinizi gözlerinizin, çöp şişin ve “Şevketi Bostan”m tadını damağınızın unutmayacağına emin olabilirsiniz.


 


 

6 Mayıs 2016 Cuma

Cenang Beach, Langkawi Adaları ve Malezya Turu

Yılın 365 günü güneşin kendisini terk etmediği, tropikal iklimin sıcak rüzgârlarının kumsallarını okşadığı, içine pek çok görkemli efsaneler sığdırdığı, bağrında 10 milyon yaşındaki yağmur ormanları barındıran Langkawi Adası, 99 takım adanın en gözdesi olarak karşımıza çıkıyor.


Andaman Denizi’nde yer alan Malezya’nın Langkawi Adası, ziyaretçilerini ormanlarla kaplı tepeleri, beyaz kumlu romantik kumsalları ve kristal berraklığındaki sularıyla karşılıyor. Sakin ve huzur veren plajları, su sporları, doğal güzellikleri, tekne turları ile, her türlü turistik etkinliğe ev sahipliği yapan Langkawi Adası, nasıl bir tatil yapmak isleniyorsa hepsini birden sunabilen nadir tropikal adalardan birisi.


Langkawi Uluslararası Havaalanına 3 km mesafede bulunan, 2 km uzunluğundaki Cenang Beach (Pantai Cenang), adanın en popüler tatil bölgesi. Bu plaj boyunca birçok otel, hemen paralel caddede de dükkanlar, restoranlar ve barlar sıralanıyor. Çok sayıda lüks veya düşük bütçeli otelleri ve restoranlarıyla her bütçeye uygun tatil fırsatı bulunabiliyor.


Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkaw.


Cenang Plajında, sükûnet içerisinde etrafı kızıla boyayan günbatımını izlemek ise benzersiz bir keyif.


Pregnant Lady Lake (Hamile Kız Gölü), Langkawi


Langkawi Adası’na dair çok efsaneler bulunuyor. Malezya‘nın bu ünlü tatil adası ile ilgili efsanelerin birine göre ada, yaratılan ilk kara parçası olarak kabul ediliyor, yaşamın ilk başladığı yer. Adada yer alan dünya tarihinin en eski ormanları da sanki efsaneyi destekliyormuş gibi görünüyor. Zira bu yaşlı yağmur ormanları 10 milyon yaşında.


Pregnant Lady Lake, Tasik Dayang Bunting olarak bilinir ve Kuah şehrinin güney tarafında yer alıyor. Tepeler arasında yer alan bu muhteşem derin göl Pulau Dayang Bunting tepeleri arasında yer alıyor.


Yerel efsaneye göre, gölün şifalı olduğuna inanılıyor. Bu nedenle Kısır Kadınlar Hamamı anlamına gelen Dayang Sari olarak da adlandırılıyor. Efsaneye göre bir prenses, doğumdan sonra ölen ilk bebeğini bu göle bırakmış ve Tanrı gölü şifalı olarak kutsamış. Ayrıca gölü çevreleyen teperler, aşağıdaki resimde görüldüğü gibi, uzanmış hamile bir kadın olarak göründüğünden efsanenin arkasında bunun olduğu da düşünülüyor.


Langkawi Adaları‘nın, yemyeşil orman ve kayalıklarla çevrili bu en büyük gölüne sabahları kalkan tekne turları düzenleniyor. Gölde yüzmek ise keyifli bir aktivite.


Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkawi veya Berjaya Langkawi Resort tavsiye edilir.


Bir yanardağın ağzında oluşmuş bir göl ile deniz arasında kayalıklar bulunuyor. Deniz seviyesi yükseldiğinde göl ve deniz birleşiyor. Bu tropika cennette, çanta kapmak için etrafta gezen maymunlara dikkat etmek şart.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Türkiye’de Saklı Cennetlerden...

Ülkemizdeki değerleri kadar önemsiyor muyuz acaba? Bu soruyu aslında size değil kendime soruyorum. Böyle bir soruyla aslında bu topraklarda yaşayan biz insanlar hep sorumluyuz. Neden hep bir batıya bir özlem bir tutkunluk var anlamış değilim doğrusu. Daha çok reklamı yapıldığı için mi yoksa Hollywood filmlerinde boy boy o yerlerin yer aldığı için modern ve popüler görüldüğü için mi? Aslında bizim ülkemizin o yerlerden çok daha güzel yerlere sahip olduğunu görmemiz gerekiyor.


Bahar nasıl karşılanır, nasıl uğurlanır yeryüzü toprağının insanı kutsadığı ritüellerle, güzelcelerle… Aklıma ilk gelenler Anadolu’da Hıdrellez, Çin’de Yuan Xiao (fener bayramı), Hindistan’da Holi… Geçmişleri, büyük olasılıkla insanlık tarihi kadar eski olan bu karşılama ve uğurlamaların sonuna, düzenin yarattığı bir başka ritüel daha eklemleniyor Keserek, kurutarak ve geride kalan boşluğa rant alanları inşa ederek kutlama. Öyle ya, “kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.” Gezi Parkı’na yapılmak istenen Topçu Kışlası gibi; Düzce’nin suyu çamurlanan şelalesine, kurutulan gölüne yapılanlar gibi…


Güzeldere Şelalesi’ne, Düzce üzerinden adını aldığı Gölkaya köyünden geçilerek gidiliyor. Bölge, Melen çayı havzasının kendine özgü doğal zenginliği ile göz kamaştırıyor. Şelale, Abant Dağları‘na uzanan Elmacık Dağları’nın tepelerinde ve yine bu köyden geçen Bıçkı Deresi üzerinde, 130 metre yukardan bir tül görüntüsüyle akıtıyor suyunu kayaların üzerine. Şelaleye açılan alan, Batı Karadeniz’in karışık orman dokusu içindeki ağaçların gölgelediği bir alan ve mesire yeri olarak düzenlenmiş. Doğal zenginlik büyüleyici. Buradaki basamaklarla şelaleye iniliyor.


Turizme yeni açıldığı için kalabalık, özellikle hafta sonları. Ben gittiğimde öyleydi. İnsanın sesi, suyun sesine karışıyordu. Üzerine, bu güzelliğin dar bir alanda oluşu, suyun döküldüğü kayaların kolay geçit vermeyişi de eklenince serinliğe, görüntüye, gölgeye doyacak kadar durulamıyor şelalenin yanında. Oysa insan sırtını bir kayın ağacının güvenli gövdesine dayayarak kitap okumak istiyor orada. Saatlerce, günlerce… Ya da bir gürgenin, bir sarıçamın, bir karaçamın, bir ceviz ağacının, bir meşenin, bir akçaağacın…


Bu olamadıysa da, kendimi kısa bir süre için eğreltiotlarının, orman güllerinin, adını bilmediğim endemik otların, çiçeklerin arasında sakladım bir süre. Değdi.


Her saklambacın bir sonu vardı elbet. Güzeldere’ye çıktığımız yoldan aşağı inerken Düzce’ye asıl gelme nedenim olan (Melen Çayı döküldüğü için Melen Gölü de denen) Efteni Gölü’ne yukardan şöyle bir baktım. Bir çay molası süresince Elmacık Dağları’nın arasında bana göl olarak işaret edilen alanda görebileceğim bir küçük su birikintisi aradım. Yoktu. Yaşadığım hayal kırıklığı, aşağı inip gölün yanından geçtiğimiz söylendiğinde daha da arttı. Evlerin arasına sıkışmış bir asfalt yolda ilerliyorduk. Ne fotoğraflarda gördüğüm nilüferler vardı çevrede ne de bahsedilen 150 çeşit kuş türünden herhangi bir iz…


Belki de yanlış yoldaydım.


Ama döndükten sonra birkaç okuma sonunda öğrendiklerimle iyice üzüldüm. 100-150 yıl önce nerdeyse 70 km karelik bir alana yayılan bir gölmüş Efteni. Denilene göre, havzaya dökülen su kaynakları ve kuzey Anadolu fay hattının etkileri olmasa çoktan kururmuş göl. Oysa havzaya dökülen çaylar üzerinde bentler var. Sanırım bunların en önemlisi, artık İstanbul’a suyunu veren Melen çayı. Yani göremediğim halde orada bir yerde hâlâ bir gölden bahsediliyor. Yine de burukluğum geçmiyor.


Bu durumda artık cümlelere, o güzel efsanenin de kulağını çınlatarak “bir zamanlar Efteni Gölü” şeklinde başlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum.


O efsane şöyle Bizans imparatoru sefere çıkar. Yanında kızı Eftelya da vardır, seferde hastalanır. Cildinde yaralar çıkar. Gölün civarında buldukları bir sıcak su kaynağında yaraları iyileşir Eftelya’nın ve bu süreçte gölün karşı kıyısındaki Osmanlı Beyi ile birbirlerine âşık olurlar. Ve bir gün, buluşabilmek için gidip geldikleri kayığın alabora olmasıyla Eftelya gölde boğulur.


Bu sıcak hikâye ile gölün kıyısından, araba ile yaklaşık 20 dakika sonra Samandere Şelalesi’ne ulaşılıyorum. Yol üzerinde İstanbul’a suyunu veren Melen kenarına kurulmuş HES ile de karşılaşıyorum. Dağların tepelerine doğru, uzaklarda bir yerlerde yol inşaatı da görünüyor. Bu inşaat, Abant Tabiat Parkı ile Mudurnu arasındaki yolu genişletmek için. Her yer toz duman. Bütün bunlar, Samandere Şelalesi’nden akan suların neden eski fotoğraflardaki kadar berrak değil de bulanık olduğunu da açıklıyor.


Samandere Şelalesi, tabiat anıtı olarak tescillenmiş. Bunu hak edecek bir görkemi, güzelliği var. Asıl şelale ardından iki küçük şelale ve Cadı Kazanı adı verilmiş muhteşem bölüm, korkuluklarla çevrilmiş bir platform üzerinde basamaklarla inilip çıkılarak gezilebiliyor. Suyun aktığı vadinin tepeleri, etekleri, her yeri ağaçlarla çevrili. Güneş, dalların ve yaprakların arasından süzülüp sızdığı yerleri neşelendiriyor. Su çağlıyor, doğa direniyor. Ben de bu görüntüyle az da olsa rahatlıyorum. O kadar ki, bugüne kadar yeryüzünde yapılmış bütün bahar kutlamalarına katıldığımı duyumsuyorum.


 

30 Nisan 2016 Cumartesi

Kaşif ve Gezgin

Piri Reis


Doğum tarihi bilinmemektedir. 155 i’te Kanuni tarufmdan boynu vurdurulmuştur. Denizcilik ve coğrafya alanındaki eserleriyle ünlüdür.


Piri Reis, gemiciliğe beşledikten eonre Akdenizli* İren ysmnı dolsstı. Yeninde vnlır tığı Kemel Rele, korsanlığı bırakıp devlet hlımetlne geçince Plrt Reis de onu İsledi II. Beyeıld devrindeki denli eeveylertnde Un yepmeye başladı, Yavuz Selim ve ksnunl Süleyman semenlerindeki denli savaşlarına da katıldı Pir silrft Barbaros’la çalıştı 1531 ‘do Mısır Donanmaeı Kumandanı oldu. 3t parça gtml ila Suvaya’tan kalkarak Kı zıldenls’l geçip Basra körfeslne açıldı Arabistan yarımadasındaki Aden kelesini aldı Fakat stratejik Önemi bulunen Hürmüş adasını, ede helkının verdiği kıymetli hediyeler yüzünden, zaptetmedi Portekiz donanmasıyla de eeveşmeyıp î gemi ve ganimet terle Mıeır’e dündü ve bu hettlerını heyetiyle ödedi Plrt Rele’ln. Akdeniz’in butun sahillerini anlatan Kitabı Bahrlyye adlı cogrelys kitabı ve değerli bir atlası vardır.


Nicolas Appert


Fransız ticaret adamı ve mucidi 1752’de Chülonssur-Mame’da (Fransa) doğdu, lMl’de Mnssy’de (Fransa) öldü.


Besin konserveleri sanayisinin öncüsüdür. Bugün bütün dünyada o keder gallfmie bulunan beeln konserveleri aanayll, 1790 yıllarınn doğru Paris’te şekercilik yapmakta olan Nicolas Apperte çok saylar borçludur. Zira Appert çok sıkı kepeli kaplara konarak hlt süre kaynatılan besin maddelerinin içindeki mayelerın sıcaklık etkisiyle yok edilebileceğini düşünmüştü mayaları alınmış bu yiyecekler, uzun süre bozulmadan yanabilecek dununda kalabilirdi. Hemen deneye girişen Appert hava almayacak şekilde sımsıkı kapanığı cam kavanozlara meyve, hattâ süt gibi besinleri koydu vs bunları su dolu hlr kabın içinde tutarak kaynattı vo umduğu sonucu aldı Aylar soma Appertin hamle dığı konservelerle uzun bir eslere çıkan gemiciler, kış ortasında, llkbahaı sebzelerini lezzetla yediklerini söylediler


Branly


Édouard Branly Fransız öğretmeni ve fizikçisi, 1844’te Amiens’de (Fransa) doğdu, 1940’ta Paris’te öldü.


Branly borusu diye de anılan ilk telsiz telgraf alıcısını gerçekleşleştirdi. Paris’teki Katolik Enstitüsü’ndekl laboratuvarında. Profesör Branly on beş yıldan beri aynı konu üzerinde sürekli bir şekilde deneyler yapmaktaydı. İçine maden talaşı doldurulmuş ve İki ucu madeni birer kapakla kapatılmış ince cam tüpten, biraz ötede bir kıvılcım çaktırıldığı zaman akım geçiyordu. 1890 yılında bir gün, asistanının da yardımıyla Branly, kesin bir deneye girişti: Asistan, kıvılcımı bir başka binada çaktırdı. Gayet tabii, arada birçok duvar vardı. Buna rağmen İçinde maden talaşı bulunan tüp, elektrik akımını aldı. Telsiz telgraf işaretlerini almaya yarayan ve ileride Marconi tarafından uzağa yayın deneylerinde kullanılacak olan âlet bu şekilde gerçekleşmiş oluyordu. Branly, sâkin ve mutlu bir halde evine döndü ve yorgunluğunu gidermek üzere öğrencilerinin çözmeleri için birkaç problem hazırlamaya koyuldu.


 


 


 

23 Nisan 2016 Cumartesi

İstanbul’un Eski Tarihinde Yer Alan Tokatlıyan Oteli ve Çevresinin Tarihi Turu

Tam karşımızdaki Tokatlıyan İş Hanı’nın yerinde bir zamanlar Beyoğlu’nun en gözde mekânlarından olan Tokatlıyan Oteli bulunuyordu. Ermeni mimar Hovsep Aznavuryan tarafından yapılan binanın sahibi bir başka Ermeni, Mıgirdiç Tokatlıyan’dı. Tokatlıyan, babası ve kardeşi Bedros’la beraber Sandal Bedesteni yakınlarında envai çeşit Ermenikari yemeklerin bulunduğu bir lokanta işleterek isim yaptıktan sonra 1897’de burada görkemli anlamına gelen Splendid Restoran’ı (Restaurant Splendide) açmıştı. Tokatlıyan, Pera Palas ve Park Otel ile birlikte İstanbul’un en lüks üç otelinden birisiydi.


Üstü yelpaze biçimli cam almlıklı kapısı ve geniş vitrinli pencereleri vardı. Pastanenin cam kenarındaki masalarda oturan müşterilerin tam görünmemeleri için vitrinler yanm boy, büzgülü tülle kaplıydı. Servis takımları ise gümüş ve markalıydı. Avrupa başkentlerinin lüks otel ve lokantalarıyla yarışacak kadar kaliteli hizmet veren Tokatlıyan’ın alt katı lokanta, pastane ve kafe, üst katlarıysa otel olarak işletiliyordu. Girişi mermer ve bronz heykellerle süslü olan lokantasında 1940’lı ve 50’li yıllarda zamanın ünlü müzisyenleri sahne alırdı.


Bunlardan birisi de ince bıyıklı, koca burunlu şovmen Kirkor Kirkoryan’dı (Gregor Gregorian). Gençliğinde İstanbul’dan Paris’e giden Kirkoryan, burada dönemin ünlü Fransız caz sanatçısı Ray Ventura’nm orkestrasında bir başka İstanbullu olan arkadaşı baterist Kirkor Aslan (Coco) ile birlikte bir süre çalışmıştı. Kirkor Aslan İstanbul’a dönmüş, Kirkor Kirkoryan ise müzikten sinemaya geçerek, kel kafası, patlak gözleri ve upuzun yüzü ile birçok filmde karakter oyuncusu olarak ün yapmıştı.


Kirkor Kirkoryan’ın Fransa’ya yerleşmesinden sonra Tokatlıyan’da gece on birden sabah beşe kadar çalmasıyla ün yapan piyanist Perez çıkmaya başladı. Piyanist Perez’in, takip eden yıllarda İlham Gencer’in yetişmesinde büyük emeği geçti. Müdavimleri arasında Ahmet Rasim, Yahya Kemal (Beyatiı), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Halit Fahri, Ercüment Ekrem (Talu), Abdül-hak Hamit (Tarhan), Fazıl Ahmet (Aykaç), Refik Halit (Karay), Aka Gündüz ve Sait Faik (Abasıyanık) gibi isimlerin yer aldığı Tokatlı-yan, 1950’lere kadar ününü ve süksesini yitirmedi. Gün geldi, Mıgir-diç Efendi’nin öz kızı, Yugoslav asıllı eşi Medoviç ile birlikte otelin yönetimini devraldı. Kız ve damat bir olup mu gönderdiler, yoksa kendi isteğiyle mi gitti bilinmez, Mıgirdiç Efendi ömrünün son yıllarında Nice’e yerleşti ve burada öldü. Tokatlıyan Oteli’nin kaderi de sahi-bininki gibi hüzünlü oldu. Önce, Karadenizli bir vatandaş oteli satın alarak Konak Oteli’ne çevirdi. Mahkemedir, tahliyedir derken otel boşaltıldı, her taraf sökülüp atıldı, tarih eşyalar da kaybolup gitti. O gün bugündür otel artık sevimsiz bir işhanı görünümünde.


 

6 Nisan 2016 Çarşamba

İstanbul Gümüşsuyu’nda Tarihi Yapı Analizleri

Gümüşsuyu’nda karşılıklı olarak iki koca bina duruyor. Birisi estetik, diğeri ise çirkinlik abidesi olarak yükselen bu iki binayı es geçmek olmaz. Bunlardan ilki Park Oteli ya da bugünkü haliyle Sürmeli Otoparkı. Tabii otoparkın tarihinden bahsedecek değiliz. Park Otoparkı’nın bulunduğu yerde Park Oteli vardı. Ondan da geriye gidersek, otel henüz yokken, yani 19. yüzyılın ikinci yansında bu bölgede İtalyan Elçisi Baron Alberto Blanc’nın konağı vardı. Söylenenlere göre iflasın eşiğine gelen Blanc bu% konağı 1897’de Berlin Sefiri Ahmed Tevfik Paşa’ya sattı.


Tevfik Paşa, İsviçreli eşiyle beraber bu eşsiz Boğaz manzaralı konakta on dört sene yaşadı. Konağın bir kısmının 1911’de yanmasının ardından, Pera Palas ve Tokatlıyan’ın eski günlerinde olmadığım düşünen Tevfik Paşa’nm oğlu Ali Nuri Okday, buraya bir otel yapmaya karar verdi. Otel 1930 yılında “en güzel deniz manzarası anlamında” anlamında Miramare adıyla açıldı.


Bir yıl sonra da Park Otel adını aldı ve kısa sürede özellikle barıyla dünyanın en iyi otellerinden birisi olarak ünlendi. Şüphesiz bu ününe kavuşmasında otelin efsane müdürü ufak tefek, gümüş saçlı, filozof bakışlı, setre pantolonlu Aram Efendi’nin (Aram Hıdıryan) rolü büyüktü. Yahya Kemal on altı yıl boyunca aralıksız otelin müdavimi oldu.


Adnan Menderes İstanbul’a geldiği zamanlarda daima burada kalırdı. Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Münir Nurettin Selçuk yine bu otelde kalan ünlü isimlerdi. Bir İtalyan ustanın elinden çıkma gül ağacı ve meşeden oyma ban da otelin kendisi kadar ünlüydü. Rakıcıların kekikli zeytin ve kırmızı biberli küp beyaz peynirinin burada ortaya çıktığı hâlâ söylenir. Fransız gümüşü kaplarda incecik pudra şekeriyle beraber servis edilen cinfizz’i ve kuru üzümlü martinisi de spesiyalleri arasındaydı.


Tango partileri, beş çayları ve özel gecelerle Park Otel kırk yıl boyunca sosyeteyi, edebiyatçıları, ressamları ve politikacıyı kendisine çekmişti. Fakat gün geldi, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunları otel de yaşadı. Tüm bunlara Hüton ve Divan gibi konforlu otellerin açılması eklenince, Park Otel 1979 yılında demir kapısını müşterilerine kapattı. Sürmeli Holding tarafından satın alman bina kentin en panoramik yerine yirmi altı katlı “modem” bir otel yapma düşüncesiyle yıkıldı. Yıllar süren hukuki mücadeleyi kazanan İstanbul oldu ve buraya yeni bir beton yığınının dikilmesine son anda engel olundu ama iş işten çoktan geçmiş, güzelim Park Otel yerle bir edilmişti. Neyse ki meşhur ban ve PO yazılı porselen takınılan yeni yapılması düşünülen otele konulması düşünüldüğünden korunabildi.


Alman elçilik olarak hizmet veren yapı 1923’ten sonra Alman Konsolosluğu adını aldı. Aslında Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki diplomatik üişkiler, Almanya’nın henüz Prusya Krallığı olduğu dönemde başlamıştı. 1865’te Prusya Elçisi olarak İstanbul’a gelen Kont St. Simon, Galata Kulesi yakınlarındaki Yazıcı Sokak’ta, bugün yerinde Doğan Apartmanı’nın yükseldiği eski bir Osmanlı konağı olan Mahmud Paşa Konağı’nda kalıyordu.


Eski konakta bitip tükenmek bilmeyen sorunlar elçiyi isyan noktasına getirmiş ve Berlin’e bir mektup yazmaya zorlamıştı. Tavandan şıpır şıpır damlayan sulardan bahsettiği mektubu, Alman devletini etkilemiş olmalı ki daha büyük ve modem bir elçilik binası yapılmasına karar verildi. 1870’lerin ortalarında Grand Rue de Pera üzerinde yeterince geniş arazi kalmamış olmasının yanı sıra Boğaziçi ve Marmara’ya hakim manzarası Almanları burada bir elçilik binası yapmaya teşvik etmişti.


Yapımına 1874’te başlanan ve 1877’de tamamlanan bina Almanya’nın 1871’de ulusal birliğini oluşturmasından sonra yabancı bir ülkede yaptırdığı İlk elçilik binası olma özelliğine sahip. Mimarı Hubert Göbbels, 1872’de İstanbul’a gelmişti. İstanbul’da projeyi hazırlamasi koşulların ve isteklerin sık sık değişmesi nedeniyle iki yıl surdu. Ama kendisi bu önemli yapısının bittiğini göremeden 1874’te genç yaşta öldü. Binanın inşaatı yardımcısı Albert Kortüm tarafından tamamlandı. Mimar Göbbels, bir diğer projesi olan Alman Hastanesi’nin de bittiğini göremedi. Hastane ölümünden sonraki üç yılda inşa edildi. Binanın dört köşesinde bir zamanlar kartal figürleri bulunuyordu. Bu özelliğinden dolayı binaya Kuş Sarayı (Pala-is d’Oiseau) adı verilmişti.


Dönemin Alman gazeteleri bu figürleri “Avrupa ve Asya’yı kucaklamak isteyen” kartallara benzeterek Alman İmparatorluğu imgesini vurgularlar. Ancak, Almanlar Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılınca, 1918’den sonra bu figürler kaldırıldı.


Alman Konsolosluğumun hemen karşı çaprazında Gümüşsüyü Askeri Hastanesi yer alıyor. Sultan Abdülmecid Gümüşsüyü Kışlası’ndaki topçu askerlerin tedavileri için bu hastaneyi yaptırmıştı. Hastaneyi İngiliz Konsolosluğu’nun miman W.J. Smith 1850’de tamamlamıştı. Hastanenin bir diğer özelliğiyse Osmanlı’da sıcak su ile ısıtılan ilk bina olması. Caddenin karşısındaki Japon Konsolosluğu binası ise OsmanlI Bankası’nın eski müdürlerinden Arnavut asıllı Rum olan Pan-galis Beyün evi olarak 1904’te inşa edildi. İnönü Caddesi üzerinde günümüzdeki tek ahşap bina olan üç katlı konak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japon Elçiliği olarak kiralandı, 1928’de de Japonya’nın malı oldu. 1937’de elçilik Ankara’ya taşınınca, önce Japon elçisinin yazlık konutu, sonra da Japonya’nın İstanbul Başkonsolosluğu oldu. Almanya ve Japonya’nın dünya siyasetine geç girmesi bir bakıma Pera’da da kendini hissettiriyor.


Gümüşsüyü ve Ayaspaşa günümüzde de İstanbul ve Beyoğlu’nun seçkin yerleşim bölgelerinden birisidir. Eskisi 19. yüzyıl başından kalan apartmanlarda, aralarında tanınmış isimlerin de bulunduğu sanatçı, edebiyatçı, doktor, mühendis gibi orta-üst ve üst sınıfa mensup kişiler oturmaktadır.


Park Oteli ve Alman Konsolosluğu’nun ortasındaki yokuştan inildiğinde, Selime Hatun Camii ve aşağısında sağda Süryani Katolik Patriklik Binası bulunuyor. Oradan sonra da Kabataş’ın inişli çıkışlı dar sokaklarına gidiliyor. Aralarında “Sormagir”, “Pürtelaş”, “Çifte Vav” gibi ilginç isimli olanları da var. Arazi oldukça dik olduğu için, İstanbul’un en bildik merdivenleri ve yokuşları da Ayaspaşa’nın alt taraflarında bulunuyor. Ancak, kitabı Beyoğlu ile sınırlı tuttuğumuz için oralara girmeyerek geziyi burada noktalıyoruz.


 


 

24 Mart 2016 Perşembe

Tarihle Dolu Modern Bir Müze “Pera”

Pera Palas’a geldik. Burayı bu kadar bilindik yapan birçok neden var. Öncelikle, Tepebaşı’nm en görkemli ve en ünlü oteli olan Pera Palas, Türkiye’nin (daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğu’nun) ilk beş yıldızlı oteli. Yapıldığı yıllarda hiçbir otel Pera Palas’ın temizliğine, konforuna ve gösterişine sahip olamamıştı. 1955’te Hilton Oteli yapılana kadar da uzun yıllar da tek beş yıldızlı otel olarak kaldı.


Pera Palas, 1891’de az önce uzunca bahsettiğimiz mimar Vallauri tarafından ünlü Orient Ekspress treninin zengin yolcularını ağırlamak amacıyla inşa edildi. Uluslararası Büyük Oteller Kumpanyası (Compagnie Internationale des Grands Hotels) adlı şirket tarafından yaptırılan ve yapımı on yıl süren otel, yapıldığı günlerde Tepebaşı’mn en yüksek binasıydı. Bu dokuz kadı otelin hantal yapısı, hepsi birbirinden farklı neo-klasik cephe düzenlemeleriyle zenginleştirilmişti. Otelin iç dekorasyonunu yapan Vagon-Li (Wagon-Lits) şirketi tüm malzemelerin en kalitelisini kullanmıştı. Günümüzde otelin birçok mobüyası, sıhhi tesisatı, kapı kollan, elektrik donanımı orijinal olup yapıldığı günden bu yana kullanılmaktadır. Açıldığı günlerde çevresindeki bazı binalar gibi Amerikan Konsolosluğu da elektriğini Pera Palas’tan alıyordu.


Pera Palas uzun tarihi boyunca özellikle de işgal günlerinin İstanbul’unda birçok ünlü ismi ağırladı. Mustafa Kemal, İstanbul’da olduğu günlerin çoğunda Pera Palas’ta kalmıştı. Bunun dışmda İsmet İnönü’den Mısır Hıdivi Abbas’a, İran Şahı Rıza Pehlevi’den ünlü aktris Greta Garbo’ya kadar Pera Palas’ta kalmış isimlerin listesi otelin lobisindeki panoda duruyor. Otel, tansiyonu yüksek ve kanlı olaylara da sahne oldu. 1941 Mart’ında, yani İkinci Dünya Savaşı’nm en hareketli günlerinde İngiltere’nin Sofya Büyükelçisi Sir Rendall, içkisini almak üzere bara doğru ilerlerken, antrenin mermer merdivenlerine bırakılan bavullardan birisi patladı. Büyükelçi sağ kurtulsa da olayda ikisi polis dört kişi öldü ve lobi büyük hasar gördü.


Otelin koridorları esrarengiz olaylarla doluydu. Bunlardan en ünlüsü şüphesiz Agatha Christie ile ilgili olanı. Dünyaca ünlü İngiliz kadın romancı Agatha Christie, on bir gün süreyle kaybolduğunda gelip Pera Palas Oteli’nin 411 numaralı odasında kalmıştı. 1920’li yıllardaki bu ortadan kaybolma ve ardındaki gerçek ancak yetmişli yılların sonunda Los Angeles’ta oturan ünlü medyum Tamara Rand tarafından ortaya çıkarılmıştı.


Kılığı beğenilmeyince otele alınmayan Mersinli Rum Fetros Bodosa-ki sinirlenerek 1915 yılında oteli satın aldı. Bodosaki, oteli işlettiği süre boyunca yalnız yabancı, özellikle de Yunan bayraklarıyla süslemiş, Türk bayrağı astumamıştı. 1919’da oğlu Torna Anastiadis oteli devraldı ancak işletemeyerek zarar ettirince otele haciz geldi.


Önce devlet tarafından işletilmeye başlanan otel 1928 yılında Atatürk’ün Suriye günlerinden yalan dostu Misbar Muhayyeş tarafından satın alındı. Muhayyeş-çocuğu olmadığı için 1949 yılında bir vakıfname hazırladı ve her yıl bayramlarda elli fakir çocuğun giydirilmesnıi ve otelin yıllık kira gelirinin Darüşşa-faka, Darülaceze ve Verem Savaş Demeği arasında bölüştürülmesini vasiyet etti. Uzun yıllar vakıflar tarafından işletilen otelin hisselerinin büyük bir kısmı özel teşebbüsün elinde bulunuyor.


Pera Palas Oteli’nin yanındaysa Natanson adlı bir Yahudi’nin 1911 yılında açtığı Garden Bar bulunuyordu. Kapısında her daim üniformalı bir Rus generalin durduğu Garden Bar’ın “Kazaska Kralı Büyük Kazbek” türünden, sabahlara dek süren şovları oluyordu. Garden Bar 1939 yılında bir gece yerle bir oluverdi.


Pera Palas’ın tam karşısında küçük bir lokanta var. Burası, İstanbul’da İran yemekleri yapan yegane yer. Gerçi biraz reklama girdik ama bahsetmekte zarar yok; İran mutfağı denince ilk akla gelen, ince uzun bir tür pirinçten yapılan İran pilavı “çilav” ile bazı ülkesel ve yöresel et yemeklerini burada tatma şansınız vardır.


 


 

19 Mart 2016 Cumartesi

İstanbul’un Zengin Etniklerinden Bir Derleme ve Balık Pazarı’nda Tarihi Tur

Konsolosluk binasından sağa doğru döneceğiz. Ancak sol tarafta, Tarlabaşı’na doğru inen Hamalbaşı Caddesi üzerinde ilginç bir yapı var. Burası, Katolik Rum cemaatinin kutsal üçlü anlamına gelen küi-sesi Ayias Trias. Kilise 19. yüzyılın ikinci yansında banker Corpi’nin bağışladığı arazi üzerine yapıldı. Küise bünyesinde Odigitria adlı bir de okul vardı. Yüzyıllar boyunca etkinlik gösteren Katolik misyonerler Doğu’da yaşayan farklı inançlardaki toplumları Katolik yapmayı başanyorlardı. Misyonerler, Anadolu’da en çok Ermenüer arasında başarılı olmuşlardı. Rumlar’m Katolik olmasının hikayesi daha farklı: 13. yüzyıldan başlayarak Ege Adaları’na, özellikle de Sakız’a yerleşen Cenova ve Venedikli tüccarlar adalarda kuşaklar boyu kalmışlardı. Bu süre içerisinde de adaların yerel halkı olan Rumlar üe evilik-ler yapmışlar ve Rumlaşmışlardı. Sonuç olarak kuşaklar boyu İtalyan adı taşıyan ancak ana dil olarak Frankiotiki’yi* benimseyen Katolik bir halk doğdu. Bu halk, ashnda ne Rum ne de İtalyan’dı. AvrupalIlar tarafından Levanten veya Frenk, Osmanlılar tarafından ise Adalılar diye adlandırılan bu, grubun üyelerinin büyük bir kısmı 15. yüzyıldan sonra İstanbul’a göçtü. İşte bu cemaatin İstanbul’daki Rumlarla da kaynaşmasıyla oluşan Katolik Rum cemaati ilk olarak İstanbul’da ortaya çıktı. Cemaatin oluşumu 1850’lerde Ioannis Marangos adlı bir papazla başlar. Katolik Rumlar, Bizans’tan gelen ayin usulünü uygulapıaya devam ettiler.


İnanç, ibadet ve kutsal günlerde Ortodokslardan bir farklın bulunmamaktaydı. Ancak dini hiyerarşide en üst kişi olarak patrikliklerini değil, Papa’yı tanımakta, ayin sonunda da onun adını anmaktaydılar. Evlilik süreçleri de Ortodokslarla aynı olmakla birlikte yalnızca onlardan farklı olarak Katolik geleneğinin etkisiyle boşanamamak-taydılar. Zaten sayıca az olan Katolik Rum cemaati Rum Ortodokslarla birlikte azaldı ve 1971 yılında kilise Hakkari’den gelen Katolik Kel-dani cemaatine devredildi.


Balık Pazarı


Sol cephede, Balık Pazarı’na (Sahne Sokak’a) geçişi sağlayan iki pasaj var. Bunlardan bir tanesi bir zamanlar önce kunduracıları, sonra da meyhaneleriyle ünlü olan Krepen (Crespin) Pasajı. Kre-pen Ailesi’nin yaptırdığı pasajın adı cumhuriyetin ilk yıllarında Krizantem Pasajı olarak değiştirildi. Krepen Pasajı günümüzde tamamen farklı bir görünümde Aslıhan Pasajı olarak çoğunlukla sahafları barındırıyor. Hemen yanındaki Avrupa Pasajı ise orijinalliğini koruyor. Pasajın adı Avrupa olsa da, içindeki dükkanların aralarında yer alan aynalardan dolayı Aynalı Pasaj olarak büiniyor. Pasaj, Büyük Beyoğlu Yangım’ndan sonra inşa edüdi. Yangından önce pasajın bulunduğu yerde büyük bir çiçek bahçesi (Jardin des Fleurs) vardı. OsmanlIda ilk sirk gösterisi Louis Soullier tarafından 1856’da bu alanda düzenlenmişti. Daha sonraları Jardin des Fleurs’ün bir bölümünde Bay Bouin’in Hotel Restaurant des Palais des Fleurs’ü hizmete girdi. Biraz sonra göreceğimiz Naum Tiyatrosu’yla beraber bu alan kısa sürede Pera’da tiyatro, gösteri ve konserlerin yapıldığı merkez haline geldi. Beyoğlu yangını tüm binaları yok edince İngüiz tüccar Bay Scribe AvusturyalI mimar Pulcher’e Avrupa Pasajı’m yaptırdı. Açıldığı günlerde sade vatandaşlara hizmet veren pasajda kuaförler, ayakkabıcılar, Jambacılar, ibrişimciler, terzüer ve iplikçiler bulunuyordu. Bir de çiçekçi Sabuncakis’in bir şubesi…


Pasajdan geçerek kalabalık restoranların, meyhanelerin, taze su ürünleri ve balıklarıyla balıkçıların, rengarenk manavların yer aldığı Balık Pazarı’na çıktık. Burası, İstanbul’da -her ne kadar eski günlerdeki kadar zengin olmasa da- birçok balık çeşidini bir arada bulabileceğiniz ender yerlerdendir. İstanbul yüzyıllar boyunca sürekli artan nüfusu ve tarım alanlarının kısıtlı olması dolayısıyla sürekli tüketen bir “gırtlak kent” konumundaydı. Şehrin gereksinim duyduğu et, yağ, tarım ürünleri, meyve ve sebzenin tamamına yakını Anadolu ve Rumeli’den geliyordu. Ancak, balık söz konusu olduğunda İstanbul’un sıkıntı çektiği söylenemez. Adeta her tarafı denizle çevrili şehirde yerleşimin başladığından bu yana balık avlanıyor ve tüketiliyordu.'”


MS 3. yüzyılda Roma İmparatoru Caracalla zamanında Byzanti-on’da (İstanbul) bastırılan paraların üzerinde iki palamut balığı ile aralarmda bir yunusun olduğu kabartma vardır. Tarihçi Strabon da akıntının Khalkedon’dan (Kadıköy) Byzantion’a sürüklediği palamutların Haliç’te elle büe yakalandığını yazar. Hatta bir görüşe göre Haliç’e giren palamut sürülerinin güneş altında parıldayan görüntüsü, buraya “Altın Boynuz” denmesine sebep olmuştur. Deniz, ırmak veya göl kenannda kurulmuş kentlerin hepsi İstanbul kadar şanslı değildir.


domuz eti satıldığı için gayrimüslimler ve yabancılar tarafından rağbet görür. İstanbul’un zengin semtlerindeki aynı adı taşıyan şarküterilerle ilgisi olmayan bu mekanı uzun yıllar Bulgar bir aile işletmiş.


Balık pazarının her daim hareketli ortamı arasından yürüyerek tezgahların arasına gizlenmişçesine duran büyük kapıdan Beyoğlu Surp Yerrortutyun (Üç Horan) Kilisesi’ne girelim.


Üç Horan Gregoryen Ermeni Kilisesi, herhangi bir mimari özelliği bulunmasa da merkezi konumu dolayısıyla Gregoryen Ermeni-lerin başlıca ibadet yerlerinden biri. İstanbul’da 16. yüzyıl başlarından itibaren Galata ve Pera civarında Ermenilerin bulunduğu biliniyor. Zaman içinde İstanbul Ermenileri kalabalık bir cemaat oluşturarak çeşitli işkollarında -özellikle de el sanatlarında- başarılı oldular. 1807 tarihinde yaptırılan ahşap kilise üç yıl sonra yanınca 1838 yılında Garabet Balyan tarafından bugünkü bina yapıldı. Bahçesinde 17. yüzyılda yaşayan (ölümü 1680) patrik Surp Agop’un (asü adıyla Agop Katogikos) mezarı bulunuyor.


Yüzyıllar boyunca Pangaltı’daki Ermeni Mezarlığı’nda yatan Agop’un cenazesi 1939’daki istimlakler sırasında kilisenin bahçesine alındı. Üç Horan Küisesi’nde düzenlenen düğün ve cenaze törenleri oldukça gösterişli oluyor. Bir de Noel ayinleri… Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlar 24 Aralık’ı İsarnm doğum, 6 Ocak’ı ise vaftiz günü olarak kutlarlar. Gregoryen Ermeniler ise 6 Ocak’ı hem doğum hem de vaftiz günü olarak kutlamakta. Noel ve buna benzer özel günlerde kiliselerde çok sesli müzik çalınır. Kilisenin karma korosu da 1926’da Nerses Hüdaverdiyan tarafından kurulmuştur. Kimilerine göre Ermenilerin müziğe yatkın olmasının altında küçüklükten itibaren kilise müzikleri dinlemelerinin, korolarda okumalarının etkisi büyüktür.


İstanbul Şehir Operası, 1960’ta Aydın Gün tarafından kurulduğunda koronun, hatta orkestranın yüzde 70-80’ini Ermeni sanatçılar oluşturuyordu. Ermeni asıllı müzisyenler Türkiye’de her zaman başarılı olmuştur. Asırlık Zildjian Ailesi, el yapımı zilleriyle bir dünya markası olmuşlardır. Onno ve Arto Tunç (Tünçboyacıyan) kardeşler, Norayr Demirci ve Garo Mafyan ise günümüze en yakın birkaç örnek…


 

18 Mart 2016 Cuma

İtalyan İşçi Derneği Ve Garibaldi

Yürüyüşe kaldığımız yerden devam edelim. Deva Çıkmazı’na sokağa girip ilerleyelim. Deva Çıkmazı adını Vasil Anastasiadis’in bir zamanlar bu sokakta bulunan eczanesinden alıyor. Sokağın sonuna doğru hafifçe dalgalanan bir İtalyan bayrağıyla karşılaşıyoruz. Ve bayrağın hemen yanında da bir tabela: İtalyan İşçileri Dayanışma Demeği (Societa Operaia Italiana). İtalyan işçileriyle İstanbul’un ne alakası olabilir ki? İşte öyküsü:


  1. yüzyılın ikinci yansında İtalya’da baş gösteren ekonomik kriz ve işsizlik sonucu binlerce İtalyan, Doğu Akdeniz’in liman kentlerine göç edip çalışmaya başlar. Bu kentlerde şanslannı deneyenler arasında önemli bir grup da inşaat işçi ve ustalandır. İşte bu koşullarda, 1863’te İstanbul’da İtalyan İşçileri Dayanışma Demeği kuruluyor. İtalyanca’sı, La Societa Operia Italiana di Muttuo Soccorsa (kısaca Operaia Italiana) olan demek, işçilerin ortak sorunlanna çözüm bulmak amacı ile oluşturuluyor. Societa denince, akla az önce bahsettiğimiz Giuseppe Garibaldi’nin gelmemesi mümkün mü?

Ünlü İtalyan generali ve vatansever Garibaldi’nin 1862’de Roma’daki yenilgisinin ardından İstanbul’a gelip Linardi Sokak’taki Madam Mancardi’nin pansiyonunda kaldığından söz etmiştik. Garibaldi’nin İstanbul günleri oldukça hareketli geçer. Beraberinde Napolili ve Kırmızı Gömleklilerden oluşan bir grupla İstanbul’a gelen Garibaldi, Societa’nm başkanlığına seçüen ilk kişi olur. 1862 yılındaki doğum gününü Galatasaray’da o dönemin ünlü Naum Tiyatrosu’nda kutlar. Garibaldi’nin talimatıyla Societa, aynı yü Prusya’ya karşı savaşan İtalyan ordusuna 10 bin Frank ve 45 gönüllü gönderir. Tüm bu yaşananların üzerine az önce kilisenin yanında gördüğümüz Garibaldi Restoran adının da tesadüf olmadığı sonucunu çıkarabiliriz…


İtalyan İşçi Birliği’nin tam karşısındaki bina Pinto-Fresko Pasajı, bugünkü halinden çok daha farklı olarak pasaj bir zamanlar İstiklal Caddesi ve Tepebaşı arasmda bir geçit görevi görüyordu. Binanın yerinde bulunan ahşap konağın ilk sahibi Bahriye nazırlarından birisinin bankeri olan Fresko idi. Fresko, konağını Pinto Ailesi’ne sattı. Pintolar ahşap konağı yıktırıp yerine iki caddeyi birleştiren bir apartman yaptırınca binanın adı da Pinto-Fresko Pasajı olarak kaldı. Neo-klasik üslup özellikle binanın Meşrutiyet Caddesi’ne bakan tarafında ve günümüze kadar ulaşan bina içindeki tavan süslemelerinde kendisini gösterir. Giriş kapışırım yanındaki mermere Rumca olarak işlenmiş Kafe Zivopolion yazısı halen durmaktadır.suRjye pxs\)i kyNKU  pxsxjl


Süriye Pasajı Aynalı Şark Pasajı Markız


Tünere doğru yürüyüşümüze devam ediyoruz. Hollanda Elçili Abud Aüesi’ne ait olan bu devasa apartman 1908’de Rum mimar Vasiliadis tarafmdan yapıldı. Kandilli’de de kendi isimlerini taşıyan bir yalıları olan Suriye’den gelme Mehmed ve Ahmed Abud kardeşler ticaret yaparak zengin olmuşlardı. Küçüksu ile Kandilli arasında, bugün de varolan ve Abud Efendi Yalısı diye bilinen yalıları vardır. Abud Kardeşler’in, 1896’da bir et kıtlığı zamanında dört vapur dolusu hayvanı İstanbul’a getirip ucuza satarak karaborsacılara darbe vurdukları anlatılır. Abud Kardeşler, dürüstlüklerinden dolayı hem halk hem de devlet ricali tarafından pek seviliyordu. Kendileri hakkında anlatılan bir hikaye de şöyle: Mehmed Abud Efendi, Meşrutiyet ilan edümeden önce Bosna ile iyi ilişküer kurarak Bosnalı tüccarlara kredi açmıştı. Ancak, aynı yıllarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna’yı işgal edince Abud Efendi’nin borçlan orada kalmıştı. Aradan yıllar geçti ve bir gün Abud Efendi, Mercan’daki ticarethanelerine çok sayıda Boşnak geldiği haberini aldı. Bir de gidip baktığında omuzlarında heybeleriyle kırk-elli Boşnak’la karşılaştı. Boşnak-lar, heybelerini boşalttıklarında ortaya, ölen Boşnakların ödenmesini vasiyet ettiği yüz binlerce altın çıktı.


Bir girişi de Gönül Sokak’tan olan pasajın içinde geçmişte olduğu gibi bugün de ağırlıklı olarak kürkçüler ve deritiler bulunuyor. Mezeleriyle ünlü meyhane Çatı da bu pasajda. Tüm bunların dışmda pasajın esküerinden birisi de Apoyevmatini Gazetesi. Yüzyılın başında İstanbul’da çok sayıda Rumca gazete ve dergi yayımlanıyordu. Bunlardan geriye sadece “akşamlık” anlamına gelen Apoyevmatini kaldı. Gazete 1925 yüında Ligor Yaveridis tarafından kuruldu ve o günden bugüne yayımlanıyor. Bir zamanlar binleri bulan tirajı bugün sadece dört yüz. Pasaja Türkiye’nin en uzun ömürlü Fransızca gazetesi olan İstanbul (Stamboul) da vardı. 1875’ten 1965’e kadar haftada altı gün kesintisiz yayımlanan gazete, Fransızca olmasına rağmen ilk çıktığı yıllarda İngüiz yanlısıydı. Sonradan, Fransız çıkarlarım sa-‘ vunmaya başladı. Tahta sıralı Cine Centrale (Santral Sineması), Balt-:     hasard Şapka Mağazası, Haciras Birahanesi, Sokrat Boyahane ve Temizleme Evi, Terzi Şakir, Peysiz Şapka Evi ve Valery Kitabevi de yine p bu pasajdaydı.Eski adı Timoni olan Gönül Sokak’ın sonundaki Nil Pasajı bu sokağı Aşmalı Mescid Sokağı’na bağlıyordu. Adını bir dönem Nil isimli bir lokantanın burada olmasından alan pasaja 1950 yılında bir kat daha eklendi. Beş yıl sonra da Turing Kurumu ve Macar lokantası Çardaş buraya taşındı. 1950’li yılların İstanbulunda İstanbullulara çigan müziği eşliğinde gulaş ve fırında kaz yeme lüksünü sunan Çardaş, 1960’larda yok oldu gitti. Gönül Sokak’ı geçer geçmez Aynalı Şark Pasajı’na (Passage Orientale) varıyoruz. Uzun süren sessizliğin ardından Aynalı Şark Pasajı yenilenerek geçtiğimiz yıl tekrar açıldı. 19. yüzyılda pasaj, kitapçı Köhler Kardeşler, Mandus Matbaası, kuaför Kristich, terzi Mulieri ve Regis, iplikçi Kalagas ve St. Peters-burg Cafe-Restaurant’a ev sahipliği yapıyordu. Zaman içinde tüm bu mağazalar yok oldu. En son da Markiz Pastanesi…


Markiz’in bulunduğu yerde yüzyılın başlarında, buradan taşınma hikayesinden bahsettiğimiz Lebon vardı. Lebon karşı tarafa taşınınca 1942 yılında bu yeri Avedis Ohanyan Çakır işletmeye başladı. Çakır, Fransa’dan getirdiği Meunier adı verilen çikolata fırınıyla Marquise de Sevigne çikolatalarının kalitesine ulaşmak ve tanıtmak için pastanesine Markiz admı vermişti. “Markiz”, Ortaçağ Avrupa’sında kont ile dük arasında yer alan soylu “marqui”nin eşi anlamında kullanılan Fransızca “marquise” kelimesinden geliyordu. Markiz’in yazısının üzerindeki kraliçe tacı da bu anlatımı doğrular nitelikte…


Markiz’in kendine has bir havası vardı. Duvarlarını Fransız sanatçı J.A. Amoux imzalı ilkbahar (Le printemps) ve sonbahar (L’automne) isimli Art Nouveau fayans panolar süslüyordu. Bu panoları halen görmek mümkün. Kış (L’hiver) panosu ise Paris’ten İstanbul’a gelirken yolda kırılmış. Muhtemelen yaz (L’ete) mevsimini betimleyen pano da zaman içinde aynı kaderi paylaşmış. Bugün bu panoların bir benzeri Kalamış’taki Villa Mon Plaisir Yalısı’nda bulunuyor. Fayans panoların dışmda Mazhar Resmor Beyin yaptığı vitraylar iki savaş arası dönemin Art Deco tarzının İstanbul’daki son örneklerinden. Ayrıca, Leuminier imzalı fınnı, dekoratör İbrahim Sarfiyef in yaptığı camlı pasta vitrinleri üe lambriler, Ermeni usta Cezerliyan’ın yaptığı kar tonpiyer süsleriyle Markiz Pastanesi dönemin sanat ve edebiyat çevresini kendisine çekmeyi başarmıştı. Markiz, İstanbul’daki entelektüel kesimin buluşma noktasıydı. Ünlü edebiyatçılar, şairler, sanatçılar ve fikir adamları Markiz’in ünlenmesinde büyük rol oynadı. Namık Kemal’den Ziya Paşa’ya Orhan Veli Kanık’tan Haldun Taner’e birçok ünlü isim adeta Markiz’le özdeşleşmişti. Uzun edebiyat sohbetleri, güncel konular ve siyasi tartışmalar Markiz’in kendine has havası içerisinde yapılırdı. Ümit Yaşar Oğuzcan, platonik aşkı Ayten’e Markiz’de yazmış…


Önce 6-7 Eylül 1955 olayları, ardından da Beyoğlu’nun 1960’lı ve 70’li yılların bozulan yapısı Markiz’in de sonunu getirdi. Markiz müşterilerine son servisini 1965’te yaptı. Bir ara oto tamircisine çevrilmek istendi ancak Haldun Taner’in girişimleriyle koruma altına alındı ve uzun yıllar süren bir yalnızlığa terk edüdi. Yıllar yılı Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürüyen hemen her İstanbullu, bir kere de olsa Rus Konsolosluğu binasının karşısındaki tozlu camlara şöyle bir başım dayayıp içerisini seyretmiş, Mösyö Michelle’in, Madam Annette’in ve arkadaşlarının arkalıksız kartondan yapılmış maketlerine bakıp eski günleri yad etmiştir. Eski günler geri geldi ve bir zamanlar Beyoğlu’nun seçkin mekanlarından olan Markiz Pastanesi 2003 yılı sonlarında yeniden açıldı, ancak Beyoğlu’nun değişen ortamına ayak uyduramadığından olsa gerek birkaç yıl içinde tekrar kapandı.


 

14 Mart 2016 Pazartesi

Fransız Sokağı Turu

On sekizinci yüzyıla gelindiğinde Batıklar, zayıflayan Osmanlı İmparatorluğundan istedikleri ayrıcalıkları tek tek elde ederlerken koca imparatorluğa baş eğmek düşmüştü. Frenkçe “baş eğmek” anlamına gelen “caputile” sözcüğünden ortaya çıkan kapitülasyonlar dilimize böyle-ce girmiş oldu. Kapitülasyonlar tanınan ticari veya siyasi ayrıcalıklardan ibaret değildi. Batılı devletler kendi mahkemelerini de kurma ve kendi vatandaşlarını bu mahkemelerde yargılama hakkını elde etmişlerdi. Meydanın solundaki küçük bina bir dönem Fransa’nın mahkeme olarak kullandığı Palais de Justice. Biraz dikkatli bakıldığında binadaki ilginçlik, daha doğrusu bir hata dikkatimizi çekiyor.


Binanın üst kısmında sırasıyla “kraliyet”, “adalet” ve “güç” anlamına gelen “Loi”, “Justice”, “Force” sözcüklerinden “Loi” ile “Justice” 1831 yangınının ardından yapılan restorasyon esnasında dikkatsizlik sonucu yanlış simgelerle eşleştirilmiş.


Fransız mahkemesinin yanındaysa bir dönem elçilik binası olan, bugünse konsolosluk rezidansı ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nü barındıran Palais de France’ı (Fransız Sarayı) görüyoruz. Saraydan önce bu geniş arazide Osmanlı astronomu Takiyeddin’in rasathanesi bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar Fransızlarla oldukça iyi ilişkiler kurmuş ve Fransızlara elçilik açma izni vermişlerdi. İşte Kanuni’nin Fransızlara hediye ettiği bu geniş araziye 1581’de Fransız Sarayı yapıldı. Fransızlar yurtdışında ilk elçiliklerini Osmanlı topraklarında açmışlardı.


Fransız Elçiliği, Venedik balyosu ve Ceneviz podestasını saymazsak aynı zamanda Osmanlı topraklarındaki ilk elçilik binasıydı. İlk Fransız elçisi Jean de la Forest’di. Ancak, Fransız Sarayı 1831 yangınında tamamen yandı. Yangının ardından 1839’da Parisli mimar Pierre Leonard Laurecisque tarafından yeniden inşa edilen bugünkü sarayın giriş kapısı Polonya Sokağı’na alındı. Dönemin birçok binasında olduğu gibi Fransız Sarayı’nda da Malta taşı kullanılmıştı. Çünkü bu malzeme hafifti ve üstelik en önemlisi yangına dayanıklıydı. Günümüzde de içi oldukça iyi korunmuş bina, Fransızların gösterişini ve inceliğini ispat eder. Sarayın yapıldığı dönemin Fransız Kralı Louis Philippe’in adının baş harfleri olan “L” ve “P” inisyalleri binanın bahçeye bakan cephesindeki alınlığında görünüyor. Sarayın duvarlarını goblen tablolar, gravürler, fermanlar, kral ve sultan portreleri, salonlannıysa Aubusser halıları, Sevres vazoları, mermer sütun ve heykelcikler süslüyor.


Fransız sefaretinin Beyoğlu’na yerleşmesinden sonra sırasıyla bütün devletler elçüiklerini bu bölgeye taşıdılar. Yüzyıllar boyunca Beyoğlu, diplomasinin kalbi oldu. Osmanlı’mn sona ermesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla yeni başkent olarak Ankara seçildi. Devletler bu güzel bölgeyi bırakıp 1920’lerin Türkiye’sinde bir köy görünümünde olan yeni başkente gitme konusunda çok isteksizdiler. Bu nedenle, bazı Batılı devletler uzun yıllar elçilik binalarını bu bölgede bulundurmaya devam ettiler, ancak daha sonra Beyoğlu’ndaki tüm elçilikler konsolosluğa dönüştü.


Fransız ve İtalyan esintileriyle dolu bu hoş alanı yavaş yavaş geride bırakarak, köşedeki harabe binanın yanındaki sokağa sapıyoruz. Sokağın sonundan sağa dirsek yapar yapmaz sol taraftaki duvarın üzerinde Gül Baha’nın türbesini görüyoruz. Gül Baha’dan ileride bahsedeceğiz. Türbesinden devam ettiğimizde Yeni Çarşı Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu caddenin iki tarafı da geçen yüzyıl başından kalma, kısmen korunmuş evlerle dolu. Bu evler, genellikle Pera’da çalışan, orta sınıf Levanten, gayrimüslim ve Musevilere aitti. Cadde ileride, Boğazkesen Caddesi adını alıyor. Boğazkesen Caddesi’nden aşağıya doğru indiğimizde de, adından da anlaşıldığı gibi boğaz kıyısına, Tophane’ye ulaşabiliriz. Ancak dik yokuştan yukarıya doğru çıkıyoruz ve Nuru-ziya Sokağı’nın girişine ulaşıyoruz. Nuruziya’ya sapmaz da karşıdaki araya girersek Fransız Sokağı’na gidebiliriz. Fransız Sokağı’ndaki Neo-klasik binaların tümü hayatının yirmi yılını İstanbul’da geçirerek Karaköy ve Eminönü Rıhtımları’nı da inşa eden Fransız Marius Michel tarafından yapıldı. Çoğunluğu Sakızlı Rumlar olan sokağın sakinleri arasında; yedi kuşak saray mimarı olan Balyan Ailesi’nin Dolma-bahçe Sarayı’nın kartonpiyerlerini yapmaları için İtalya’dan getirttiği Genevesi Ailesi, Fransız portre ressamı ve ağaç oyma süsleme sanatçısı Albert Mille, ressam Matteo da vardı.


Önce, Cezayir olan sokağın adı adeta hakaret edercesine Fransız Sokağı olarak değiştirildi. Sonra da Beyoğlu’nun kimliğine son derece aykırı, gayet yapay bir sözüm ona kültür-sanat-eğlence ortamı yaratıldı.


 


 

11 Mart 2016 Cuma

Yaşanılası Yerler Florya ve Yeşilköy Gezisi

Atatürk Havaalanı’nın biraz ötesindeki Florya, İstanbul’un en sakin semtlerindendir. Çok sayıda müstakil ahşap evin olduğu Yeşilköy de Florya gibi huzuru tercih edenlerin mekânı. Eski ismi Ayastefanos olan semt, o dönem burada yaşayan ve yeşiline hayran kalan Halid Ziya Uşaklıgil’in önerisiyle bugünkü adına kavuşmuş.


Florya


Bazılarına göre Florya adını, burada bir av köşkü yaptıran Kanuni Sultan Süleyman’ın Başdefterdarı İskender Çelebi’nin doğduğu yer olan Arnavutluktaki Florina’dan almış. Bazı kaynaklar ise Yunanca “Florion”dan geldiğini söylüyor. Florya Marmara Denizi kıyısında uzanan güzel bir kumsala sahip. Deniz kıyısında uzanan güzel bir kumsala sahip, deniz kıyısında birinci sınıf bir kahvaltı ya da güzel bir akşam yemeği yemek isteyenlerin popüler mekânı.


Yemyeşil doğası ve pastel rengi ahşap evleri ile Yeşilköy ise lüks kavramının gösterişten uzak ve zarif olabileceğinin de kanıtı. Gürültülü havaalanına yakınlığına rağmen İstanbul’da yaşanacak en güzel yerlerden biri olarak kabul ediliyor.


Deniz Köşkü


Florya, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Atatürk’ün ilgisini çekmiş. Belediye, Atatürk’e armağan edilmek üzere bir köşk yaptırmaya, bunun için de bir proje yarışması açmaya karar vermiş. Yarışmayı kazanan mimar Seyfi Arkan’ın Avrupa Bauhaus etkisiyle yaptığı ve 1935 senesinde açılan köşkte, farklı zamanlarda toplam 42 gün kalmış Atatürk. Aralarında İngiltere Kralı VIII. Edward ve eşi Mrs. Simpson’ın da olduğu bazı üst düzey konukları burada ağırlayan Atatürk’ün ölümünden sonra cumhurbaşkanları İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürkve Kenan Evren tarafından kullanılmış köşk. Atatürk’ün kaldığı zamanki eşyaları ile bir Atatürk Müzesi’ne (Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri açık) dönüştürülen köşkte daimi bir “Atatürk İstanbul’da” sergisi yer alıyor.


Florya Sosyal Tesisleri


Bu sıradan isme bakıp aldanmayın, gerisinde kafieler, restoranlar, çocuk oyun alanları ve çiçek bahçelerinin yer aldığı harika bir park var. Daha da ötesi, burası misafirlerin ayakkabılarını çıkartarak dolaştığı yarı değerli taşlarla döşenmiş Türkiye’nin ilk Refleksoloji Parkı. Sizi taşıyan ayaklarınıza dinlenme ve masaj şansı verin, taşların üzerinde yürüyün.


Ayastefanos’tan Yeşilköy’e…


Bugünkü Yeşilköy, Bizans döneminde Aya Stefanos olarak adlandırılmış. İlk Hıristiyan şehidi Aziz Stefan’ın kemiklerini taşıyan gemi Roma’ya giderken fırtına nedeniyle burada durmak zorunda kalmış ve küçük balıkçı köyünün adının da belirlenmesine neden olmuş. Haçlıların Latin Ordusu İstanbul’a saldırıyı başlatmak için 1203 senesinde burada karaya çıkmış. Şehrin işgali de bir sene sonra 1204’te gerçekleşmiş.


XIX. yüzyılda tüm köy padişahın hediyesi olarak bir Ermeni aileye, Dadyanlara verilmiş. Kırım Savaşı sırasında burada kalan Fransız askerleri, şehirdeki üç deniz fenerinden birini buraya inşa etmişler. Birçok önemli, tarihi olaya tanıklık etmiş Yeşilköy. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bağımsızlığını ilan eden Bulgarlara yardım için 1876 senesinde Rus ordusu ilçeye girmiş. Sultan II. Abdülhamid barış istemek zorunda kalmış.


Simonoğlu ailesine ait muhteşem bir ahşap konakta imzalanan ve Osmanlı için çok ağır koşullar içeren 1878 Ayastefanos Antlaşması ile yeni Bulgaristan’ın sınırları Tuna Nehri’nden Ege Denizi’ne kadar çizilmiş. Sultan II. Abdülhamid’in Selanik’e sürgüne gönderilme kararı İttihat ve Terakki Cemiyeti Gön Türkler) tarafından 1909 senesinde yine burada alınmış.


93 Harbi (Rumi Takvim’e göre 1293 yılında yapıldığından) olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında batıda Yeşilköy’e kadar ilerleyen Rus ordusu, ölen askerlerinin anısına 1895 senesinde Rus mimarisinin tüm özelliklerini yansıtan, Rus kilisesine ait motiflerle süslü bir anıt yaptırmış.


Yapılma aşamasında Rus ve Osmanlılar arasında büyük çekişmelere neden olan anıt, OsmanlIlar tarafından bir yenilgi simgesi olarak görüldüğü için 14 Kasım 1914’te törenle yıkılmış. Fuat Uzkınay bunu filme çekmiş ve “Ayastefanos‘taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” Türk Sineması’nın ilk filmi olarak tarihteki yerini almış.


Şimdiki Yeşilköy


XIX. yüzyıla ait bir çok güzel, ahşap ev tamir edilip boyanmış, günümüzde çok sayıda dükkana ve akşamları hoşça vakit geçirmenizi sağlayacak bar ite restorana ev sahipliği yapıyor. Cümbüş Sokağı’ndaki St Stephen Katolik Kilisesi’ne uğradığınızda altarının üstünde yer alan Aziz Stefan’ın 34 veya 35 yılında taşlanarak öldürülmesini anlatan tabloyu görmeden ayrılmayın. Köşeyi döndüğünüzde karşınıza çıkacak küçük liman, harika bir Prens Adaları manzarası armağan ediyor misafirlerine. İnci Çiçeği Sokağı’nda Surp istepanos Ermeni Kilisesi, Mirasyedi Sokak’ta da Ayios Stefanos Rum Ortodoks Kilisesi var. Dolayısıyla tüm kiliseler farktı mezheplere alt olmalarına rağmen Aziz Stefan’a ithaf edilmiş.


Yeşilköy Tren İstasyonu ve Semprini Evleri


1871 tarihli istasyonun ziyaretçilerinden biri de 1909 Hareket Ordusu’yla semte gelen Atatürk’tü… İstasyonun en eski yapısı ise dışardan kolayca seçilen su deposu.


İtalyan asıllı Levanten mimar Semprini’nin yaptığı yan yana duran üçevi9oo’lü yılların başında inşa edilmiş. İstanbul’da birçok esere imza atmış olan Semprini’en önemli eserlerinden biri Taksim Tepebaşı’nda bulunan Büyük Londra Oteli’dir.


 

8 Mart 2016 Salı

Yedikule Zindanları ve Civardaki Tarih

Yedikule


İmparator I. Theodosios ziyarete gelen diğer Ülkelerin Kral ve maiyetlerini görkemli bir şekilde karşılamak amacıyla bir zafer takı olarak “Altın Kapı”yı inşa ettirmiş. Daha sonra tahta geçen oğlu, dört kulesi olan arkadaki kaleyi bu kapı ile birleştirmiş. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed’in de üç kule eklemesiyle bugünkü halini alan Yedikule Zindanları Türkiye’nin en eski açık hava müzelerinden biri. Osmanlı döneminde ilk olarak Hazine-i Hümayun (Osmanlı hâzinesinin tutulduğu yer), daha sonraları da hapishane olarak kullanılmış. Padişahın gözünden düşen kişiler burada idam edilip kesik başları girişte yer alan kanlı kuyuya atılırmış. Kapalı-çarşı ile Mısır Çarşısı arasındaki yokuşa adını veren Mahmud Paşa 1474’te burada boğdurulmuş. İmparatorluğun en yenilikçi padişahlarından I olan 17 yaşındaki Sultan Genç Osman da 1622 yılında bir Yeniçeri ayaklanmasında Yedikule’de t öldürülmüş.


Yazılı Kule olarak da bilinen Büyükelçiler Kulesi zindan olarak kullanılan iki kuleden biri. Bu özelliğinden ötürü duvarlarında yabancı ülkelerden gelip de sultanı kızdırdığı için hapse atılmış olan mahkumların yazdıklarını görmeniz mümkün. Bu yazıların arasında Napolyon Savaşları (1803-1815) sırasında mahkum olan ve anılarını yazdığı kitapta toplayan Fransız Francois Pouqueville’inkiler de (1770-1838) var.


Zaman zaman açık hava konserlerinin düzenlendiği Yedikule’nin kale duvarlarından görülen manzara nefesinizi kesecek güzellikte… Kulenin bakımsızlığı ise ne yazık ki içinizi acıtacak.


Altın Kapı (Porta Aurea)


Yedikule surları içinde inşa edilen, Bizanslıların Porta Aurea dediği Altınkapı Via Egnatia’ya geçiş sağlarmış. İlk olarak, 388 yılında İmparator I. Theodosios’un Magnus Maximus karşısında kazandığı zaferin anısına üç bölümlü bir kemer olarak yapılan kapı, 408’de İmparator II. Theodosios tarafından şehri çeviren duvarlarla birleştirilmiş. Heykel ve yazıtlarla süslenmiş olan kapı, ismine uygun şekilde altın kaplıymış. Sadece zafer kazanıldıktan sonra imparator ve generallerinin geçiş yaptığı zamanlarda açılan kapı, diğer zamanlarda kapalı tutulurmuş.


Kapı, son olarak 1261 yılında İmparator VIII. Michael Palaeologos’un geçişiyle imparatorluğun IV. Haçlı Seferi’nden sonra kaybettiği gücünü geri kazanmasını kutlamak için kullanılmış. Altın Kapı ilk restoratör kadınlardan olan Cahide Tamer tarafından restore edilmiş.


Kazlı Çeşme


1453 yılında İstanbul’u kuşatan askerler suya ihtiyaç duydukları bir gün uçan kaz sürüsünü takip ederek suya ulaşmışlar. 1537 yılında Kazlı Çeşme Yedikule’nin biraz dışında hikâyede sözü geçen kazların suyu gösterdiğine inanılan yere yapılmış. Sonraları dericilerin kullandığı bir yer haline gelen bölgede sanayi 1993 yılına kadar devam etti, ardından dericilerin çoğu Tuzla’ya taşındı. XVII. yüzyıl gezi yazarı Evliya Çelebi, anılarında, burada yaşayan insanların deri işlemesinden kaynaklanan berbat kokuya alıştığını ve zamanla kokuyu hissetmediğini yazmış.


Belgrad Kapı


Kanuni Sultan Süleyman’ın 1512 yılında Belgrad’dan alınan savaş esirlerini buraya yerleştirmesi nedeniyle kapı bu adı almış. Duvarların hemen ardında uyku problemi çekenlere yardım ettiğine inanılan Uykulu Muhittin Efendi’ye adanmış bir de türbe var.


İstanbul’un fethi kutlamalarının her yıl 29 Mayıs’ta burada yapılmasına rağmen duvarların restorasyonuna gereken özen maalesef gösterilmemiş, kaba işçilik hemen göze çarpıyor. Renkli törenlerin her ayrıntısını seyretmek istiyorsanız sabah erken saatlerde gelin.


 

3 Mart 2016 Perşembe

Baharatlar Diyarı Mısır Çarşısı

Mısır Çarşısı, içinde bulunduğunuz zamanı unutturup sizi kendi tarihinde dolaştıracak kadar hoş bir atmosfere sahip. İstanbul’un en popüler duraklarından biri olan çarşısı, yanındaki Yeni Cami’nin bir parçası olarak yapılmış.


Yeni Cami (Valide Camii)


1591; Senesinde yapılmış olmasına rağmen Yeni Cami’nin, “Yeni” diye isimlendirilmesi çoğu yabancı turisti şaşırtır; bilmezler ki Anadolu tarihinde 1000 yaş ve üstü olanlar “tarihi”dir, daha gençler ise “yeni”. Burada çok eskiden Venedik ve Amalfi kolonileri varmış.


Cami çalışmaları Safiye Sultan (1550-1605) tarafından başlatıldığında bölgede, “Yahudihane” demlen ahşap apartman bloklarında yaşayan Yahudi nüfus çoğunluktaymış. Yahudiler Hasköy’e taşınmış ama oğlu III. Mehmed’in ölümüyle gücünü yitiren Safiye Sultan’ın yaptırdığı caminin inşaatı da yavaşlamış. Binaları yarım bırakmak bize atalarımızdan miras olsa gerek, cami yapımı yarışma gelmeden durmuş. Ünlü İstanbul yangınlarından nasibini alan yapının inşaatım 1633 yılında, Sultan IV. Mehmed’in annesi Hatice Turhan Sultan üstlenmiş. Mimar Sinan’ın öğrencisi Davud Ağa’nm planını çizdiği cami, 1663 senesinde dönemin Mimarbaşı Mustafa Ağa tarafından orijinal plana sadık kalınarak tamamlanmış.


Yeni Cami Şehzade ve Sultanahmet Camiileri’nin planına benzer. İki minaresi, 66 kubbesi ve ortasında şadırvan bulunan avlusuyla klasik Osmanlı tarzında ve bu büyüklükte yapılan son selatin (sultanlar tarafından yaptırılan) camilerinden biri. Yan cephe revaklarıyla da dikkati çeken caminin özelliklerinden biri minarelerin her birinde üçer şerefe olması. Hoparlörün olmadığı dönemde, yarım düzine müezzinin şerefelere çıkıp aynı anda, aynı makam, aynı üslupla okuduğu ezanın ihtişamım tasavvur etmek ise ziyaretçilere kalıyor.


İstanbul’da deniz kıyısında yapılan ilk büyük cami olan Yeni Cami’nin içi çok zarif bir şekilde dekore edilmiş. Rengarenk vitray camlarla süslü pencereleri, beyaz mermerden yapılmış mimber ve müezzin mahfili, sedef kakmak kürsüsü, duvarları kaplayan çinileri ve pencerelerin sedef kakmak kapaklan muhteşem. Pencere üstlerine Mustafa Çelebi’nin yazdığı ayet ve sureler ise nadide örnekler arasında gösteriliyor.


Caminin arka bölümünde tuğla ve taştan inşa edilmiş Hünkar Kasrı var. Sultana ait bir bölüm olan Hünkar Kasrı padişahın caminin içine direkt girmesini sağlarmış. Kasrın restorasyonu “Europa Nostra” ödülü aldı. Tebrikler. Caminin karşısında, Mısır Çarşısı tarafmda, Hatice Turhan Sultan, oğlu Sultan IV. Mehmet ile padişahlardan II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman ve V. Murad’ın türbeleri; türbelerin tam karşısında da bugün yalnızlığa terkedilmiş muvakkithaneyi göreceksiniz.


Yolun biraz ilerisinde, türbelerle aynı tarafta, XIX. yüzyıl sonlarında çıkan büyük yangında hasar gören, cami külliyesinin bir parçası olan zarif sebil var. Restorasyonuna İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu arkeolog Osman Hamdi Bey’in bizzat katıldığı sebil yakın zamanlarda yeniden restore edildi.


Yeni Cami’nin önünde ziyaretçilerin güvercinleri beslemesi için kuş yemi satan tezgahlar görürsünüz. Aslında başka camilerin önünde de rastlayabileceğiniz bu görüntünün hikayesi Hz. Muhammed’e dayanıyor; düşmanlarından kaçan Hz. Muhammed’in hayatı, sığındığı mağara çıkışının bir örümcek tarafından örülüp, bir güvercinin yuva yapmasıyla kurtulunca, güvercinler hayat boyu şımartılma garantisi almış.


Baharatlar Cenneti Mısır Çarşısı


Galata Köprüsü’nün üssünden Eminönü tarafına doğru baktığınızda kendi küçük ancak görünüşü güçlü, çok kubbeli bir bina hemen fark ettirir kendini Mısır Çarşısı. 1660 yılında yapılan Mısır Çarşısı (yazın, yoğun turist dönemleri haricinde pazar günleri kapalı) adını Uzakdoğu ve Hint mallarının kervanlar ile Mısır’dan getirilmesinden almış. Günümüze ulaşamayan hamamıyla beraber camiye maddi destek sağlamak amacıyla inşa edilen “L” planlı çarşı, biri 150, diğeri 120 metrelik iki koldan oluşuyor. İstanbul’un ikinci büyük kapalı çarşısı ve altı girişi var. Mısır Çarşısı iki ana girişin üstündeki tonozlu bölmelerde yer alan meşhur Pandeli ve daha az bilinen Bab-ı Hayat restoranlarının da dahil olduğu 100 kadar dükkanı barındırıyor bugün.


Eminönü Meydanı’nda bağımsız bir görüntü sergileyen Mısır Çarşısı aktarlarıyla meşhur, bu yüzden yabancılar “Baharat Çarşısı’ da diyorlar. Günümüzde aktarların azaldığı çarşıda bahama lokum, kuruyemiş ve yiyecek maddeleri var ama çok sayıca dükkân Kapalıçarşı’da bulabileceğiniz türden turistik eşya® satmaya başladı. Mısır Çarşısı’ndan dışarıya çıktığınızda karşılaşacağınız dünya içeridekinden çok farklı. Çarşının etrafındaki sokaklarda sebze meyveden, şarküteri ürünlerine, ev hayvan yemlerinden çiçek tohumlarına kadar çok çeşitli ihtiyaçla cevap veren dükkânlar var. Yeni Cami’ye yakın tarafta tohum, fidan ve kafeslerde hayvan satanların olduğu Çiçek Pazarı var. Burada tedavi amacıyla kullanılan sülükleri damacanaların içinde görmek sadece yabana değil yerli turistleri de şaşırtıyor. Unkapanı tarafındaki tezgahlarsa satılan peynir çeşitleri, balık, taze sebze ve meyvelerle çok daha iştah açıcı bir tablo sergiliyor. Çarşı içindeki fiyatlar daha turistik olduğundan size alışverişinizi buradan yapmanızı tavsiye ederiz. Mutfak ve ev eşyası ihtiyacı olanlara ise çarşının tam arkasındaki dükkânlara bakmalarını öneririz. Eminim çarşı kokusu, dokusu ve ruhuyla sizi saracak.